__________bismillahirrahmanirrahim__________

rahman ve rahim olan, esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla

31 Ocak 2008 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 160

_Peygamberimiz, kadının psikolojik kaynaklı bir rahatsızlığını kabul etmiş, bu rahatsızlığın yok sayılmasını yararsız bir inkar saymış, kadını istemediği böyle bir hayata katlanmak zorunda bırakmayı doğru görmemiş, bu tür bir duygu tarafından gölgelenen bir karı-koca hayatından hayır gelmeyeceğine karar vermiş ve bu problemi, ilâhi sisteme uygun bir çözüme bağlamıştır. O ilâhi sistem ki, insan fıtratına açık, pratik ve objektif biçimde karşılık veriyor, insan psikolojisine karşı, onun içinden geçen duyguların içyüzünü kavrayan bir anlayışla tavır alıyor.

Bu tür meselelerde ciddiliğin ve oyun peşinde olmanın, samimiyetin ve düzenbazlığın kriteri ve müeyyidesi takva, Allah korkusu olduğu için ayetin son cümlesi Allah'ın sınırlarını aşmaktan sakınmaya çağıran bir uyarı ile bağlanıyor:

"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın. Kimler Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir."

Burada bir an durup aynı anlama gelen iki Kur'an ifadesi arasındaki ince farka değinmek istiyoruz. Bu fark, anlatılan şartlara paralel olarak karşımıza çıkıyor. Bu surenin daha önce incelediğimiz oruç konusunun işlendiği bir ayetin son cümlesi "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırlara yaklaşmayın" şeklinde sona eriyordu. Şimdi incelediğimiz ayetler demetinin uyarı cümlelerinden birinde ise "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırları aşmayın" buyuruluyor. Birinci cümlede "yaklaşılmama" uyarısı yapılırken ikinci cümlede "aşılmama" uyarısı yöneltiliyor. Acaba bu uyarı farklılığının sebebi nedir?

İlk cümlenin öncesinde şehevi iç dürtülere getirilen yasaklardan sözediliyordu. O ayeti bir daha okuyalım:

"Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin, siz de onların örtüsü, elbisesisiniz. Allah sizin nefisleriniz tarafından aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul, sizleri de affetti. Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın ve Allah'ın size yazmış olduğunu arayın, isteyin.

Tanyeri ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten ayırd edinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar sürdürün. Mescidlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın çizdiği sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara böyle açık açık anlatıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler."

İçgüdü türünden yasakların çekim gücü son derece güçlü olduğu için bu konudaki uyarıda Allah'ın sınırlarına yaklaşılmasından kaçınılmasının vurgulanması gayet yerindedir. Çünkü eğer insan bu yasakların alanına yaklaşır ve çekim düzlemine girerse çekim güçleri karşısında iradesinin zayıf kalmasından korkulur.

Ama bu ayette sözkonusu olan alan, istemeyerek yapılan hareketlerin, çatışmaların ve sürtüşmelerin alanıdır. Burada bu çatışmaların herhangi bir aşamasında sözkonusu sınırların önünde durulmamasından, bunların çiğnenmelerinden, aşılmalarından korkuluyor. Bu gerekçe ile sınırlara yaklaşılmaması uyarısı değil, sınırların aşılmaması uyarısı yöneltilmiştir. Çünkü şimdiki uyarı ortamı öbüründen farklıdır. Bu, değişik gereklilikleri gözeten hayranlık uyandırıcı bir ifade inceliğidir!

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 397-398, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

30 Ocak 2008 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 159


_Yüce Allah'ın müslüman cemaati eğitmeye yönelik sistemi ve metodunda değişmez bir hikmet görülür. Bu hikmet, hüküm(erin, onlara ihtiyaç doğduğu zaman indirilmeleridir. Sistem, bütün temel hükümlerini bu şekilde tamamladı. Geriye sadece somut gelişmelere, pratik olaylara ilişkin tanımlamalar kalmış. Tanımlama işleminden sonra somut olaylar, sözünü ettiğimiz geniş kapsamlı temel hükümlerin ışığında çözüme bağlanacaktı.

Bu sınırlama, boşamayı kısıtlı ve kayda bağlı bir niteliğe büründürdü. Artık onunla sürekli biçimde oynama imkânı ortadan kaldırıldı. Erkek, karısını ilk kez boşayınca kadının bekleme süresi içinde, başka herhangi bir işleme gerek kalmaksızın, eşine dönebilir. Eğer erkek bir girişimde bulunmaksızın bu bekleme süresi dolar ve kadın da kocasının ilgisizliğinden emin olursa bu durumda kocanın, karısına dönebilmesi için yeniden mehir belirlenerek yeni bir nikâhın kıyılması gerekir. Eğer erkek, bekleme süresi içinde eşine döner,ya da "küçük ayrılık" adı verilen durumda nikâh tazelerse eşini bir kere daha boşayabilir, bu boşamaya ilişkin hükümler bütün ayrıntıları ile tıpkı ilk boşamanın hükümleri gibidir. Fakat eğer bu erkek, eşini üçüncü kez boşarsa, boşama işlemi gerçekleşir gerçekleşmez, bu eşler arasında "büyük ayrılık" adı verilen durum meydana gelir. Bu durumda erkek, eşine ne bekleme süresi içinde ve ne de daha sonra dönemez. Dönebilmesi için kadının bir başka erkekle evlenmesi, arkasından yeni kocanın, kadını normal bir sebeple boşaması, bekleme süresi içinde barışma girişiminde bulunmamış olması ya da boşamaları izleyen bekleme sürelerinin dolması üzerine kadın açısından bu boşamanın iyice kesinleşmesi gerekir. Ancak o zaman kadının da isteğiyle bir önceki koca eski karısı ile yeniden evlenebilir.

Yukarda belirttiğimiz gibi ilk boşama bir mihenk taşı, bir tecrübedir. İkincisi ise bir başka tecrübe girişimi ve son sınavdır. Eğer bundan sonra ortak hayat iyi yürürse ne alâ, yoksa üçüncü boşama bu evlilik hayatında birlikte yaşamayı imkânsızlaştıran köklü bir bozukluk olduğunun kanıtı olur.

_İslâm samimi kalplerin insan tarafından denetim altına alınamayacak olan duygularını gözönüne alır, kadını nefret ettiği bir hayatı sürdürmeye zorlamaz, bunun yanında erkeğin de hiçbir kusur işlemediği halde maddî zarara uğramasına göz yummaz.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 395-396, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

28 Ocak 2008 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 158

_Diğer yandan eşlerin, birbirinden ayrıldıktan sonraki duygularını deneyden geçirebilecekleri makul bir bekleme dönemine ihtiyaçları vardır. Belki de kalplerinde yeniden tazelenebilecek bir sevgi izi, uyarılabilecek duygu kalıntıları; hiddetin, kabalığın ve kendini beğenmişliğin etkisiz hale getirdiği yakınlaştırıcı faktörler vardır da öfkeler dinince, kaba duygular durulunca ve vicdanlar rahatlayınca ayrılığa yolaçan sebepler küçük görülmeye başlanır. Belki de başka gelişmeler, yeni bakış açıları ortaya çıkar da özlem duygusu tarafları eski hayatlarına döndürür ya da sorumluluk duygusu onları dini bir gerekliliğe uymaya sürükler. Boşama, Allah katında helâllerin en sevimsizidir. Bu, ancak bütün çarelerden umut kesilince başvurulabilecek olan istenmeyen bir çözüm yoludur.

_"Yalnız bu dönemde erkeklerin hakkı daha önceliklidir."

Öyle sanıyorum ki, burada sözkonusu olan erkek üstünlüğü sadece bekleme süresi içinde karılarını geri alma imtiyazı ile sınırlıdır. Bu hak erkeğe tanındı, çünkü boşayan odur. Boşayan taraf erkek olduğu halde geri dönme hakkının kadına tanınması, kadının adamın ayağına giderek tekrar erkeğinin nikâhı altına girmeyi istemesi mantıkla bağdaşmaz. Demek ki bu, durumun özelliğinden doğan bir haktır. Burada sözkonusu olan üstünlük, bu durumla sınırlı bir üstünlüktür, yoksa çoklarının anladığı ve başka durumlar için de delil olarak kullandıkları gibi mutlak anlamlı değildir"* Ayetin sonunda yine uyarı cümlesi geliyor:

"Hiç şüphesiz Allah gücü üstün olandır ve hikmet sahibidir."

_* bu noktada kendimi aklayarak, savunacak durumda değilm; çünkü şimdi doğru olmadığı eğiliminde olduğum bu yoruma bir zamanlar bazı yazılarımda ben de yer vermiştim.(dar’uş şuruk yayınevi tarafından yayımlanan ve 1980 yılında 9. kez basılan nüshasından öğrendiğimize göre seyyid kutub tefsirine daha bu şekilde bir dipnot eklemiştir.)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 392-394, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

27 Ocak 2008 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 157


_Erkekler, evlilik hayatı sırasında çeşitli sebeplere ve sık sık görülen değişik şartlara bağlı olarak zaman zaman herkesin karşılaşabileceği birtakım psikolojik hallere, ruhi bunalımlara kapılabilirler ve bu bunalımlar, kendilerini eşleri ile cinsel ilişkide bulunmama yemini etmeye sürükleyebilir. Fakat eğer bu ilişkisiz dönem makul bir süreyi aşarsa kadına psikolojik rahatsızlık getirir, onun ruhunu ve sinir sistemini sarsar, dişilik onurunu zedeler, evlilik hayatını sekteye uğratır, işi karı-koca ilişkilerinin kopmasına kadar götürebilir ve böylece ailenin temellerini yıkabilir.

_Bunun yanında İslâm, erkeğe kayıtsız bir irade serbestliği de tanımadı. Çünkü erkek, kimi zaman, karısını zora koşmak, onun kişiliği ile oynamak isteyen bir zalim olabilir. Ya da karısını ne ortak bir karı-koca hayatından yararlanacak ve ne de bağını çözüp başka bir erkekle yeni bir hayata kavuşmasına imkân vermeyecek şekilde ortada bırakarak mutsuz etmeyi amaçlayabilir.

_"Boşanmış kadınlar üç aybaşı boyunca kendilerini gözlem altında tutarlar."

Yani "üç aybaşı kanamasının sonuna kadar ya da üç aybaşı kanamasını izleyecek kanamasız dönemlerin sonuna kadar..." Bu nokta tartışmalıdır. "Kendilerini gözlem altında tutarlar.." İnce bir psikolojik durumu tasvir eden bu espri dolu ifade karşısında hayranlığımı gizleyemedim. Bu cümlenin düşündürmek istediği yalın anlam "Boşanmış kadınlar yeni bir evliliğe girişmeden önce üç aybaşı süresi geçinceye ya da bu aybaşları kanamaları kesilinceye kadar beklerler" şeklindedir. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bu ifade tarzı, bu yalın anlamın üzerine başka duyguların ve düşüncelerin gölgelerini yansıtıyor. Bu ifade tarzı yalın anlamı yanında, boşanmış kadınların yeni bir evlilik hayatı kurmaya yönelik arzusunun; gözetim altında tutmaya, arzularını kontrol altına almaya, çağrıldıkları nefislerinin, bu gözlem altında tutma süresi boyunca sabırsızlık ve acelecilik karışımı arzularını da yansıtıyor. Bu da doğal bir durumdur. Boşanmış kadını bu sabırsız bekleyişe iten faktör kendini kanıtlama arzusudur. Bu kadın sona eren evlilik hayatındaki başarısızlığın kendi eksikliğinden, kendi yetersizliğinden kaynaklanmadığını, bundan dolayı başka bir koca bulup yeni bir hayat kurabileceğini, kendisine ve başkalarına ispatlamak istiyor. Bu sürükleyici duygu, doğal olarak, erkekte bulunmaz. Çünkü boşayan odur. Oysa kadın ruhunda güçlü bir eziklik duygusuna sahiptir. Çünkü O, boşanan, boşama kararına muhatap olan taraftır. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu cümlesi, vurguladığımız bu ifade tarzı ile bu psikolojik durumu tasvir ediyor. Aynı zamanda onu gözönüne alıyor, hükümlerini etkileyen bir faktör olarak hesap ediyor.(bu kısımdaki fikirler seyyid kutub’un anladığımız kadarıyla –tamamen- kişisel görüşleridir, kendisinin hayatında hiç evlenmemiş bir insan olarak bu konularda ayrıntılı fikir beyan etmesinin doğruluğu tartışılır olmakla beraber bu da bir bakış açısıdır, seyyid kutub’tan bu konuda da faydalanılabilir, ancak seyyid kutub’un bilgisinin bu konularda yeterli derecede olmadığını, olamayacağını; seyyid kutub’un daha çok beşeri ideolojiler karşısında gösterdiği mücadeleyle(ister fikri, ister fiili) daha çok öne çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz, yoksa biz de seyyid kutub’un her konuda sağlıklı bir görüş beyan edecek kadar Kuran’a hakim olduğunu kesinlikle iddia edemeyiz_s.z.)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 390-392, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

26 Ocak 2008 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 156

_Sakın Allah adına yaptığınız yeminleri iyilik etmeye. günahlardan sakınmaya ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Hiç Şüphesiz Allah işiten ve bilendir.

Allah sizi ağız alışkanlığı sonucu yaptığınız yeminlerden sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayıcıdır ve halimdir.

Eşlerine yaklaşmamaya yemin edenler dört ay bekleyebilirler. Eğer bu yeminlerinden dönerlerse, kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir.(bakara 224-226 meali)

Bu ayetlerin başında yeralan "Sakın Allah'ı, yeminlerinize engel yapmayın" cümlesinin açıklaması konusunda bize gelen belgilere göre Abdullah b. Abbas şöyle diyor; "Sakın yeminini, iyilik yapmamanın bir bahanesi olarak kullanma. Yeminini boz ve iyiliği yap". Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir'in bildirdiğine göre Mesruk, Şâbi, İbrahim Nehaî, Mücahid, Tavus, Said b. Cübeyr, Ata, İkrime, Mekhul, Zehrî, Hasan,Katâde, Mukatil b. Hayyan, Rebii b. Enes, Dahhak, Horasanî ve Sidi de bu açıklamayı benimsemişler, ona katıldıklarını belirtmişlerdir.

Ayrıca bu açıklamayı destekleyen hadisler de vardır. Nitekim Ebu Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:

"Kim bir konuda yemin eder de ettiği yeminin gereğinin dışında bir davranışın hayırlı olduğunu görürse, yeminin keffaretini yerine getirerek hayırlı gördüğü işi yapsın." (Müslim)

Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Vallahi, içinizden birinin yemini sebebiyle ailesine haksızlık etmesi, Allah katında ceza olarak farz kılınan keffareti gerektiren yeminini bozmasından daha ağır bir günahtır." (Buhari)

Bu açıklamaların ışığında yukardaki ayetlerin ilkinin anlamı şöyle olur; "Allah adına yaptığınız yeminleri, iyilik etmenize, günahlardan kaçınmanıza ve insanların arasını bulmanıza engel haline getirmeyin. Eğer bu yararlı işleri yapmamaya yemin etmiş iseniz, yemininizin keffaretini yerine getirerek iyiliği yapın. Çünkü iyilik yapmak, günahlardan sakınmak ve barıştırıcı rol oynamak, yemine bağlı kalmaktan daha önde gelir."

_"Yüce Allah'ın emrine karşı gelmek ve akrabalık ilişkisini kesmek anlamına gelecek konularla,mülkiyetinde olmayan bir mal hakkında yaptığın yemin ve adak geçersizdir."

Bu hadislerden ve sahabi sözlerinden çıkan sonuç şöyle özetlenebilir: Niyete dayalı olmayan, sadece dil alışkanlığı ile ağızdan kaçırılan yemin, keffaret gerektirmez. Geçerli yemin; yemin eden kimsenin yemin konusu şeyi almaya ve vermeye niyet ettiği yemindir. İşte bozulduğu takdirde keffaret gerektiren yemin türü budur.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 386-389, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

25 Ocak 2008 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 155


_Kadın-erkek ilişkisi içinde cinsel ilişki amaç değil, araçtır. Hayatın doğal akışı içinde daha etkili yeri olan bir amacı gerçekleştirmenin aracıdır. Bu amaç çoğalmak, hayatın sürekliliğini sağlamak sonuçta bunların tümünü Allah'a bağlamaktır. Aybaşı kanaması döneminde cinsel ilişki kurmak hayvansal haz sağlayabilir. Gerçi bu ilişkinin hem kadına ve hem de erkeğe rahatsızlık verdiği, her iki taraf için de sağlık yönünden zararlı olduğu kesindir. Fakat bu, ilişkinin ardındaki yüce amacı gerçekleştirmez. Üstelik sağlıklı ve bozulmamış fıtrî eğilim, bu dönemde cinsel ilişkiden kaçınır. Çünkü normal fıtrata egemen olan iç kanunlar hayata egemen olan kanunların aynısıdır. Fıtrî yapı, döllenmeye ve canlı üretimine imkân sağlamayan bu durumda,bu kanunlar uyarınca doğal olarak cinsel ilişkiden uzak durur. Buna karşılık kadınların temiz dönemlerinde kurulan cinsel ilişki hem doğal hazzı ve hem de bununla birlikte fıtratın bu ilişki ile güttüğü amacı gerçekleştirir. İşte bundan dolayı ayetin başında sözü edilen soruya cevap olarak bu yasaklama geliyor:

"Sana kadınların aybaşı kanaması hakkında soru sorarlar. De ki; `O bir eziyet, bir rahatsızlıktır: Bu yüzden aybaşı dönemlerinde kadınlardan uzak durun, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın."

Artık bu, başıboş, nefsin arzularına ve sapık eğilimlerine bırakılmış bir mesele değildir. Tersine Allah'ın emrine bağlıdır. Çünkü emirden ve yükümlülükten doğmuş bir görevdir. Nitelik ve sınırlarla kayıtlanmıştır: "Temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yoldan onlarla cinsel ilişki kurun." Bu ilişki verimli üretim yolundan kurulacaktır, başka yoldan değil. Bu ilişkinin amacı sadece cinsel arzunun doyumu değildir, onun amacı hayatın sürekliliğini sağlamak ve yüce Allah'ın yazdığını aramaktır. Allah, helâl olanı yazar ve farz kılar. Müslüman, yüce Allah'ın kendisi için yazmış olduğu bu helâlin peşinden koşar, yoksa peşinden koşacağı şeyi kendisi oluşturup, meydana çıkarmaz. Allah farz kıldığı görevleri, kullarını temizlemek, arıtmak için farz kılar. O, günah işlediklerinde tevbe eden ve af dilemek amacı ile kendisine başvuran kullarım sever:

"Hiç şüphesiz Allah tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever."

_"Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapın, günah işlemekten sakının ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı bilin."

Bu ayet, müminleri, Allah'a kavuştuklarında karşılaşacakları en güzel sonuçla, -hayatın devamı için nesil yetiştirmeleri de bu sonucun kapsamı içinde olmak üzere- müjdeliyor. Zira Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile, O'na yönelerek yapılan her iş ibadettir:

"Bunu müminlere müjdele"

Burada İslâmın hoşgörüsüyle karşılaşıyoruz. İslâm, insanı, doğal eğilimleri kaçınmaları imkansız ihtiyaçları ile olduğu gibi kabul eder, yücelme ve arınma adına fıtratı yok etmeye kalkışmaz, varolup olmaması insanın elinde olmayan, kaçınılmaz içgüdülerinden tiksinmeye yönelmez. Aslında insan, hayat hesabına, hayatın devam etmesi ve gelişmesi hesabına bu içgüdülerin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. İslâm sadece insanın insanlığını belirginleştirmeye, onun düzeyini yükseltip yüce Allah ile ilişki kurmasını sağlamaya girişir. Bu girişimleri sırasında insan organizmasının içgüdülerini anlayış ve hoşgörü ile karşılar. Organizmanın içgüdülerini önce insanca duygularla, son aşamada ise din duyguları ile biraraya getirerek gelip geçici organik isteklerle sürekli insanî amaçları ve bunların her ikisi ile vicdanın ince dini titreşimlerini birbirine bağlamaya ve bunların her üçünü aynı anda, tek bir davranışta, tek bir istikamette kaynaştırmaya girişir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 384-386, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

24 Ocak 2008 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 154

_Mekke'de oluşmaya başlayan İslâm cemaati kalplerinde gerçekleştirdiği duygu ve inanç devrimini aynı oranda sosyal hayatında da gerçekleştirebilecek, farklı bir pratik sosyal düzen kurabilecek ortamdan yoksundu. Çünkü sosyal gelişmeler zamana ve tedrici kurumsal düzenlemelere muhtaçtırlar.

_"Ey müminler, mümin kadınlar göç ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin. Gerçi Allah onların imanlarının durumunu herkesten iyi bilir. Eğer onların gerçekten mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Ne bu kadınlar onlara helâldir ve ne de o erkekler bunlara helâldir"... "Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın." (Mümtehine Suresi, 10)

_Artık bir müslüman erkeğin, müşrik (puta tapan, Allah'a ortak koşan) bir kadınla ve müşrik bir erkeğin, müslüman bir kadınla evlenmesi haram kılınmıştı. Bundan böyle aynı inancı paylaşmayan iki kalbin evlilik aracılığı ile birleştirilmesi yasaktı. Çünkü bu durumda evlilik bağı yapay, çürük ve zayıf bir bağdı. Çünkü bu evliliğin tarafları Allah'ta buluşmuyorlardı. Bu tür bir evlilikle de hayat ortaklığı gerçekleştirilemezdi. İnsanı onurlandırıp hayvanların üzerinde bir düzeye yükseltmiş olan yüce Allah evlilik ilişkisinin hayvansal bir içgüdü, basit bir şehvet boşalması olmasını istemiyor, bunun yerine onu yüceltip Allah'la ilişki kuracak düzeye çıkarmak, hayatın gelişmesi ve arındırılması alanında bu kurum ile Allah'ın dileğini ve sistemini ortak bir noktada buluşturmak istiyor.

_"Mümin bir cariye, çok hoşunuza giden putperest bir hür kadından daha iyidir."

Burada sözü edilen "çok beğenme", hoşlanma duygusu sırf içgüdülerden kaynaklanır, yüce insanî duyguların onda hiçbir katkısı yoktur. Bu içgüdüsel duygu, duyu organları ile vücudun diğer bazı organlarının yargısı olmaktan öteye gitmez. Oysa gönül güzelliği daha derinlikli ve daha değerlidir. Hatta, müslüman kadın, bir cariye bile olsa bu böyledir. Çünkü onun İslâm kaynaklı nesebi,kendisini soylu fakat müşrik kadının üzerinde bir düzeye yükseltir. Çünkü bu nesep, yüce Allah'tan kaynaklanır ki, bu, neseplerin en üstünüdür.

_"Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa Allah sizi, izni ile, Cennet'e ve affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar."

Yollar ayrı, çağrılar ayrıdır. Böyle olunca bu iki grup insan, hayatın temel kurumu olan bir birleşmede nasıl biraraya gelebilirler?

Putperest erkek ve kadınların yolları Cehennem'e doğrudur, çağrıları da Cehennem'e doğrudur, çağrıları da Cehennem'e yöneliktir. Oysa mümin erkek ve kadınların yolu, Allah yoludur. Allah da izni ile Cennet'e ve bağışlanmaya çağırır. Onların çağrısı ile yüce Allah'ın çağrısı birbirinden ne kadar uzaktır!

_Buna karşılık müslüman bir kadının, Ehl-i Kitaptan bir erkekle evlenmesi kesinlikle yasaktır. Çünkü bu olay müslüman bir erkeğin, müşrik olmayan Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenmesinden mahiyeti itibarı ile farklıdır, bu yüzden hükmü de farklıdır.
Bunun nedeni; İslâm şeriatına göre doğan çocuklar babalarının soyadını alırlar. Ayrıca pratikteki uygulamaya göre kadın, kocasının ailesine, toplumuna ve yurduna taşınmaktadır. Buna göre müslüman bir erkek, müşrik olmayan bir Ehl-i Kitap bağlısı kadınla evlenince kocasının toplumuna katılır, adamın bu kadından doğacak çocukları da kendi soyadını alırlar. Bu durumda egemen olan, bu yuvayı gölgesi altına alan güç, İslâm'dır. Fakat eğer müslüman bir kadın, Ehl-i Kitap (yahudi, hristiyan) bir erkek ile evlenirse bunun tam tersi olur; kadın kendi toplumundan uzak yaşamak durumuna düşer; gerek zayıf oluşu ve gerekse bir yabancı ile kurmuş olduğu bu birlik onun İslâm'dan uzaklaşmasına yolaçar. Bunun yanısıra doğacak olan çocukları kocasının soyadını taşıyacak ve kendi dininden başka bir dine bağlanacaklardır. Oysa İslâm'ın her zaman egemen güç olması gerekir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 380-383, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

23 Ocak 2008 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 153


_İslâm, insanlar için yasa koyar, onun yasaları ne bir melekler topluluğuna ve ne de ancak rüyalarda görülen kanatlı gök varlıklarına hitap eder. Bundan dolayı İslâm, yasal düzenlemeleri ve direktifleri aracılığı ile insanları ibadet ortamına yükseltirken onların insan olduklarını, ibadetlerinin insan tarafından yapılmış ibadetler olduklarını, onlarda içgüdü ve ihtirasların, yetersizlikler ve zaafların, zaruretler ve tepkilerin, his ve heyecanların, idealler ve kötü amaçların olduğunu hiçbir zaman unutmaz. İslam, bunların tümünü gözönünde bulundurur ve onları temiz ibadet yolunda parlak aydınlıklar saçan bir ışık kaynağına doğru ilerletir. Üstelik bu yönlendirmeyi yapaylığa ve zorlamaya başvurmadan yapar. Düzenini tümü ile insanın insan olduğu ilkesine dayandırır.

_Burada, fıtratla bağdaşan bir kolaylıkla; hem kadına ve hem de erkeğe yönelik bilgece (hekimane) bir kolaylıkla karşı karşıyayız. Bu önemli proje başarı-ya ulaşamayınca, bu en küçük toplumsal hücre (aile) dirliğin ve istikrarın tadını tadamayınca, her şeyin içyüzünden haberdar olan, herşeyi gören, insanların özel hayatları ile ilgili onların bilmediği ayrıntıları bilen yüce Allah kadın-erkek arasındaki bu bağın bir tutsaklık zinciri, bir hapishane; ne kadar dayanılmaz, nefes aldırmaz, dikenlerle dolu ve kara bulutlarla sarılmış bile olsa çözülmesine imkân olmayan bir kelepçe olmasını istememiştir. Yüce Allah aile kurumunun huzur ve güven yuvası olmasını dilemiştir. Eğer insan fıtratından ya da karakter farklılığından kaynaklanan bir sebep yüzünden bu amaç gerçekleşmemiş ise böyle bir çift için en çıkar yol birbirinden ayrılarak yeni bir yuva kurmaya girişmeleridir. Yalnız, ayrılmayı kararlaştırmadan önce bu kutsal kurumu yıkımdan kurtarmak için her yola başvurulmalı, bunun yanısıra ne kocanın ne kadının ne emzikli çocuğun ve ne de ana rahmindeki bebeğin zarara uğramamasını sağlayacak yasal ve vicdanî-insanî önlemler alınmalı, mağdurların herbirine güvenceler hazırlanmalıdır.

_Müşrik kadınlarla, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir cariye, çok hoşunuza giden putperest bir hür kadından daha iyidir. Müşrik erkeklerle, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza giden putperest bir hür erkekten daha iyidir. Onlar sizi Cehenneme çağırırlar. Oysa Allah sizi izni ile Cennete ve affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar. (bakara-221 meali)

Nikâh, yani evlilik, karşı cinsten iki insanı birleştiren en köklü, en güçlü ve en sürekli bağdır. Bu bağ, iki kişi arasında mümkün olan en geniş çaplı anlayış birliğini içerir. Buna göre tarafların kalplerinin çözülmez bir bağda birleşmesi, buluşması gerekir. Kalplerin birleşebilmesi için aralarında inanç ve istikamet birliği bulunmalıdır. Öteyandan dini inanç, vicdanların yapılanmasına en köklü ve en yaygın biçimde katkıda bulunan, onları etkileyen, duyguları biçimlendiren, bu duyguların etkilenmelerini ve tepkilerini belirleyen, hayat boyunca vicdanların izleyecekleri yolu çizen faktördür. Gerçi kimi zaman dini inancın pasifleşmesi ve etkinliğinden uzaklaşması birçoklarını yanıltıyor. Böyleleri bu yüzden dini inancın gelip-geçici bir duygu olduğunu, bazı felsefî düşüncelerle ya da sosyal akımlarla yerinin doldurulabileceğini sanırlar. Fakat bu görüş insanın psikolojik yapısı, onun gerçek dayanakları hakkında eksik bilgiden kaynaklanan asılsız bir saplantıdır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 378-380, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

22 Ocak 2008 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 152

_"Allah, size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor ki, düşünesiniz."

Bütün bu hükümler, ayrı birer ibadet niteliğindedirler. Evlilik yolu ile Allah'a ibadet... Cinsel ilişki ve nesil üretimi yolu ile Allah'a ibadet... Boşama ve ayrılmada Allah'a ibadet... Zorunlu beklemé süresi ve evliliğe dönme yolu ile Allah'a ibadet... Nafaka verme ve bağışta bulunma yolu ile Allah'a ibadet... Meşru biçimde evliliği sürdürme ya da eşe iyilikle yol verme yolu ile Allah'a ibadet... Fidye vererek ya da mehirden vazgeçerek boşanma yolu ile Allah'a ibadet... Çocuk emzirme ve memeden kesme yolu ile Allah'a ibadet... Kısacası her harekette ve her duyguda Allah'a ibadet. Böyle olduğu için bu hükümler arasında korku anında ve güvenli durumlarda namaz kılınmasına ilişkin hükme yer verilerek şöyle buyuruluyor:

"Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a gönülden bağlı ve saygılı olarak namaza durun.

Eğer korku altında iseniz yürürken ya da binek hayvanın sırtında namaz kılın. Güvene kavuştuğunuzda ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı anın."

Bu hüküm, incelemekte olduğumuz sözkonusu hükümlerin anlatımı henüz bitmeden aralarına girmekte, böylece namaz ibadeti, gündelik hayat ibadetleri ile İslâm'ın özelliğinden ve İslâm düşüncesine göre insanın varoluş amacından kaynaklanan bir bütünlük içerisinde kaynaşmaktadır. Bu ifade tarzı bize ince espriyi düşündürmek ister gibidir: Bu hükümler birer ibadettir. Bu hükümlerde Allah'ın emrine uymak, namazda O'nun emrini yerine getirmek gibidir. Hayat bölünmez bir bütün olduğu gibi hayatın içinde yeralan ibadetler ayrılmaz bir sistemdir. Emirlerin tümü Allah'tan gelir. İşte ilâhi hayat sistemi budur." (Uzun zaman bu ayetlerin ifade özelliğinin sırrını kavrayamamışım. Bundan dolayı bu cüzün ilk baskısında ve ilâveli ikinci baskısında bu konuda şöyle demiştim; "Açıkça belirtiyorum ki, bu ayetlerde aile hukuku konusunun arasında neden namazla ilgili bir hükme yer verildiğine takıldım, kaldım. Bu anlatım tarzını sırrını bir türlü anlayamadım. Onu zoraki bir yoruma da bağlamak istemiyorum. Bazı tefsirciler, aile konusundan sözedilirken namaz konusuna dönülmesinin namazın önemini vurgulama, onu hatırlatıp unutulmasına meydan vermeme amacına dayandığını söylüyorlar. Bana bu açıklama tarzı da pek ikna edici gelmiyor (O baskının 68. ve 69. sayfaları)

Sözlerimi şöyle bağlamıştım; "Fakat samimi olarak söylediğim gibi şimdi düşünebildiğim açıklama tarzı, beni pek tatmin etmiş değil. Eğer başka bir açıktama biçimi düşünürsem, onu gelecek baskıda açıklarım. Eğer yüce Allah okuyucularımdan birinin tatminkar bir açıklama tarzı bulmasını nasip ederse lütfedip onu bana ulaştırsın ve yüce Allah'ın bu hidayeti karşısında bana kendisine müteşekkir olma fırsatı versin."

Şimdi ise içime doğan bu açıklama tarzından tatmin oldum ve bu sayede yolum aydınlandı. Bizi bu noktaya vardıran Allah'a hamdolsun. Eğer O, bizi bu noktaya vardırmamış olsaydı, biz kendiliğimizden oraya varamazdık.)

Bu hükümlerde şu özellik dikkatimizi çekiyor. Bunlar birer somut ibadet oldukları, ibadet havası oluşturdukları ve ibadet gölgesi yansıttıkları gibi aynı zamanda pratik hayatın, insan fıtratı ile insan yapısının, insanın yeryüzündeki hayatında karşılaştığı pratik ve somut zaruretlerin şartlarından hiçbirini gözardı etmiyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 377-378, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

21 Ocak 2008 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 151


_Bakara suresinin bu konu ile ilgili ayetleri evlenme, birlikte yaşama, kadınlara yaklaşmama yemini, boşama, boşama ve dul kalmayı izleyen bekleme süresi, nafaka, mu'ta, emzirme ve çocuk bakımı konularına ilişkin bazı hükümleri içeriyor.

Fakat burada geleneksel fıkıh ve kanun kitaplarında olduğu gibi pratikten ve bütünlükten yoksun soyut bir dil kullanılmıyor. Tersine bu hükümler öyle bir anlatım atmosferi içine yerleştiriliyor ki, insan kalbi, beşer hayatına ilişkin ilâhi sistemin büyük bir temel taşı ile, İslâm düzenine kaynaklık eden inanç sisteminin son derece önemli bir ilkesi ile karşı karşıya olduğunu kavrar. Aynı zamanda bu temel ilkenin yüce Allah ile, O'nun iradesi ve hikmetiyle doğrudan ilişkide olduğunu, Allah'ın insanlar için seçtiği hayat nizamına ilişkin metoduyla bağlantılı olduğunu hisseder. Bunun sonucu olarak da bu temel ilkenin O'nun gazabı, hoşnutluğu, cezası ve mükafatıyla da direkt ilişkili olduğunu, ama aynı zamanda sözünü ettiğimiz inancın varlığı-yokluğuyla da sıkı sıkıya bağlantılı olduğu gerçeğini hisseder.

_Bu ayetlerde sözkonusu hükümler inceden inceye, ayrıntılı olarak anlatılır. Bir hüküm bütün çağrışımları ile açıklanmadan yeni bir hükme geçilmez. Her hükmün arkasından, kimi zaman da hükmün anlatımı sırasında, açıklanmakta olan konunun önemini ve büyüklüğünü vurgulayan, düşündürücü bir sonuç, bir yorum cümlesi gelir. Bu yorum cümlesi, insan vicdanı üzerinde uyarıcı, canlandırıcı ve düşünceyi keskinleştiren bir etki bırakır. Özellikle uygulanmaları kalpdeki Allah korkusuna ve vicdan duyarlılığına bağlı olan direktiflerde bu uyarıcı etki daha çok önem kazanır. Zira bu engelleyici, gözetleyici ve uyanıklığa çağırıcı bilinç varolmayınca bu ayetleri ve hükümleri hileli yorumlarla çarpıtmak mümkün hale gelir.

_"Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa Allah sizi izni ile Cennet'e ve günahlarınızın bağışlanmasına çağırıyor. O, insanlara ayetlerini açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar."

İkinci hüküm, aybaşı kanamaları dönemlerinde kadınlarla cinsel ilişki kurma yasağıyla ilgilidir. Bu konunun ardından gelen yorum cümleleri ile iki cins arasında cinsel birleşme de dahil tüm ilişkiler bir anlık bedeni şehvet doyumu olma niteliğinden arındırılarak, bu anlık doyumdan çok daha büyük, çok daha yüce amaçlı bir insanlık görevi düzeyine çıkarılır. Bu yüceltilmiş amaç, aslında, insanlık amacını bile aşar. Çünkü yaratıcının ibadet ve takva yoluyla kullarını temizleme, arındırma iradesi ile ilgilidir:

"Kadınlar temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yoldan onlarla cinsel ilişki kurun. Hiç şüphesiz Allah tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever.

Kadınlarınız sizin çocuk yetiştiren tarlanızdır. Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapın, günah işlemekten sakının ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı bilin. Bunu müminlere müjdele."

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 374-376, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

20 Ocak 2008 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 150

_Aile kurumu yeni doğan yavruyu koruyup-gözetmeyi; onu bedenen, aklen ve ruhen geliştirmeyi üstlenmiş olan tabii bir yuvadır. İnsan yavrusu bu yuvanın koruyucu kanatları altında sevgi, şefkat ve dayanışma duygularını tadar, hayatı boyunca sürecek olan karakteristik özelliklerini kazanır, bu yuvanın kılavuzluğu ve ışığı altında hayata açılır, onu yorumlar ve onunla ilişki kurar.

_Bilimsel araştırmalar kesinlikle kanıtlamıştır ki, aile kurumu dışında kalan hiçbir kurum, aile kurumunun fonksiyonunu yerine getiremez, onun yerini tutamaz, aksine çocuğun gelişimi ve eğitimine zararlı unsurlar içerir. Bu hüküm özellikle çok sayıda çocuğu birarada barındıran çocuk yuvaları düzeni için geçerlidir. Bilindiği gibi bazı yapay ve baskıcı ideolojiler, yüce Allah tarafından insana sunulan dengeli, elverişli, ve fıtrî aile düzenini, dik kafalı, anarşik ve yapay bir devrim yolu ile yıkarak yerine bu çocuk yuvaları düzenini koymak istediler. Bunun yanısıra kimi Avrupa devletleri de yaşadıkları sosyal zorunlulukların baskısı yüzünden bu düzeni uygulamaya yöneldiler. Çünkü dini düşüncenin bağlarından sıyrılmış Batının cahiliye uygarlığı tarafından ateşlenen vahşî ve barbarca savaşlarda çok sayıda çocuk ailesini yitirmişti. Yakın dönemlerde yaşanan bu acımasız savaşlarda savaşçı ile normal halk, eli silâhlı asker ile silahsız zavallılar arasında ayırım gözetilmemiştir."

Ayrıca Avrupalılar, insan doğasına uygun sosyal ve ekonomik düzenin yerine kendi çarpık düzenini yerleştiren cahiliye kaynaklı düşünce akımlarının etkisinde kalarak zorunlu olmadığı halde bu çocuk yuvaları sistemine yöneliyorlar. Bu lânet olası uygulama çocukları ana şefkatinden ve aile yuvasının sıcakkanlı gözetiminden yoksun bırakarak çocuk fıtratı ve psikolojik yapısı ile çatışan soğuk yüzlü çocuk yuvalarının kucağına atmakta ve bu zavallı yavruların ruh yapısında birçok komplekslerin ve çatışmaların tohumunu ekmektedir. Bundan daha tuhaf, daha şaşırtıcı bir şey daha var; sözkonusu cahiliye kaynaklı sapık akımlar, kadının ev dışında çalışmasını ilerleme ve gericilikten kurtulma olarak sayacak kadar ileri gitmişlerdir. İşte "lânet olası düzen"derken kasdettiğimiz düşünce ve uygulama budur. Yeryüzünün en değerli hazinesi olan çocukların, psikolojik sağlığını kurban eden bir lânetli düzendir bu. Peki bunun bedeli nedir, uğruna neslin feda edildiği bu bedel; ailenin gelirinin biraz daha artması veya ekonomik özgürlüğüne kavuşan (!) ananın kendi geçimini sağlaması! Doğu ve Batı bloklarıyla çağdaş cahiliye uygarlığı doğal gerçeklere ters düşmekte ve sosyal ve ekonomik düzeni bozuk temellere dayandırmaya kalkışmada o kadar ileri gitmiştir ki, bu uygarlık emeğini evin dışındaki işler yerine yeryüzünün en değerli varlığının bakımı için harcayan kadına geçim imkanı sağlamamış ve bu yüzden de bebeğini kreşe teslim eden anne geçimini sağlamak için "iş"e gitmek zorunda bırakılmıştır. (Çocuk yuvaları deneyinin kanıtladığı ilk gerçek şudur: Çocuk ilk iki yaş içinde psikolojik ve fıtri olarak sadece kendisinin olan bir ana-babanın varlığına, özellikle başka bir çocukla paylaşmadığı bir annenin varlığına, karşı konulmaz biçimde ihtiyaç duyar. Daha ileri yaşlarında da yine doğuştan kaynaklanan bir dürtü ile kendisinin olan bir ana-babaya ait olduğunun bilincine muhtaçtır. Bu ihtiyaçlardan ilkinin çocuk yuvalarında karşılanması imkânsızdır. ikinci ihtiyaç da aile yuvası dışında hiçbir kurumda karşılanamaz. Bu duygularından biri ya da öbürü tatmin edilmemiş olan çocuk, büyüyünce şu ya da bu biçimde sapıklık, anormallik ve psikolojik dengesizlik belirtileri gösterir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 372-374, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

19 Ocak 2008 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 149


_İslam'dan önceki dönemde yetimlerin vasilerinden (koruyucu) bazıları yetimlerin yiyecekleriyle kendi yiyeceklerini karıştırıyor, onların mallarını kendi mallarıyla birleştirerek birarada ticarete sokuyorlardı. Bu durum, kimi zaman yetimlerin zarara uğramalarına, aldatılmalarına yolaçıyordu. Bunun üzerine yetimlerin mallarını yiyenleri korkutma mesajı içeren ayetler indi. O zaman da takva sahibi müslümanlar aşırı bir çekingenliğe kapıldılar. Öyle ki, yetimlerin yiyeceklerini kendi yiyeceklerinden ayırdılar. Bunun sonucu olarak şu tür olaylar yaşanmaya başladı. Evinde yetim besleyen biri yetime kendi malından yemek veriyor. Eğer bu yemeğin bir kısmı artarsa ya yetim sonra gelip bu yemeği yiyor ya da bozulduğu için dökülüyordu! Böylesine aşırı bir titizlik İslâm'ın özüne uygun değildi. Üstelik bu durum zaman zaman yetimin zarara uğramasına yolaçıyordu.

İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim, meseleye bir daha eğilerek müslümanları orta yola ve kolaylığa yönelmeye, bu ölçüler içinde yetimin yararını aramaya, malını onun işine yarayacak şekilde kullanmaya çağırdı. Yetimlere yarar sağlamak, onların mallarını ayırmaktan daha hayırlı idi. Eğer yetime yarar sağlıyorsa onun malını kendi malına karıştırmanın sakıncası yoktu. Çünkü yetimler, vasilerinin, bakımlarından sorumlu olanların kardeşleri idi. Hepsi İslâm kardeşi idi, hepsi de büyük İslâm ailesinin üyeleri idi. Allah kimin yıkıcı ve kimin yapıcı olduğunu iyi bildiği için önemli olan, işin dış görünüşü ve biçimi değil, işi yapanın niyeti ve sonucu idi. Yüce Allah, müslümanları zora koşmayı, sıkıntıya sokmayı ve kullarına yüklediği görevlerin onlara zorluk çıkarmasını istemiyordu. Eğer istese onları böyle zor yükümlülüklerin altına sokardı, ama O, böyle bir şeyi istemez. O, üstün iradelidir ve hikmet sahibidir. Buna göre O, dilediğini gerçekleştirmeye muktedirdir, fakat hikmet sahibi olduğu için hayırlı, kolay ve yararlı olanı ister.

Böylece yetimlere yardım meselesi tümü ile yüce Allah'a bağlanıyor, inanç sisteminin ve hayatın çevresinde döndüğü ana eksene tutturuluyor. Bu durum, bu inanç sistemine dayanan yasal düzenleme sisteminin temel özelliğidir. Bu sistemin yürümesindeki teminatın vicdanların derinliklerinden gelen bir isteğin ürünü olduğu kabul edilmezse dışarıdan gelen etkilerle olabileceğini söylemek asla mümkün değildir.

_İslâmî sosyal düzen, insan fıtratının bütün özelliklerini, bütün gereksinimlerini, bütün dayanaklarını gözeten bir ilâhi düzen olması yanında bir aile düzenidir aynı zamanda.

_İslâm'a göre aile düzeni, insan yapısının özünden, hatta evrende varolan cansız nesnelerin tümünün özünden kaynaklanan, fıtrî ve doğal bir düzendir. Burada insan için geçerli olan düzen ile insanın da yeraldığı tüm kainat sistemi için geçerli olan düzen arasında sıkı ilişki kurulduğunu görüyoruz ki, bu durum İslâm'ın evrene ve insana yaklaşım tarzını yansıtır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 371-372, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

18 Ocak 2008 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 148

_Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.(bakara-219 mealinden)

_Ayette geçen "afüv" kelimesi "artık, fazla" anlamına gelir. Buna göre israfa ve gösterişe kaçmaksızın şahsi masraflar karşılandıktan sonra elde kalan, yardım konusudur. Daha önce söylediğimiz gibi ilk önce en yakınlara yardım edilecek, sonra başkalarına sıra gelecektir. Zekât tek başına yeterli bir yardım faslı değildir. Zira kanaatimce zekât ayeti, bu ayetin hükmünü yürürlükten kaldırmış (neshetmiş) değildir. Başka bir deyimle zekât, farz borcunu düşürerek sahibini yükümlülükten arındırır, ama yardım etme direktifi sürekli olarak geçerliliğini korur. Zekât, müslümanların devlet hazinesinin hakkıdır, yüce Allah'ın şeriatını yürütmekle görevli olan hükümet bunu toplar ve belirli harcama yerlerine dağıtır. Fakat müslümanın Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı görevi bunun ötesinde de devam eder. Öteyandan zekât, "artakalan mal"ın tümünü kapsamayabilir. Oysa bu açık hükümlü ayete göre "malın artakalanı"nın tümü yardım ve sadaka konusudur. Nitekim Fatıma b. Kays'ın bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

"Malda zekâtın dışında hak vardır. (Ahkam-ul Kur'an, İmam-ı Cessas)

Yüce Allah'ın rızasını elde etmek isteyen bir mal sahibi bu hakkı kendi eli ile verebilir. Eğer böyle yapmaz da Allah'ın şeriatını yürütmeye çalışan İslâm devleti bu "hakk"a muhtaç olursa onu kendi insiyatifi ile alarak kamu yararının gerektirdiği yerlerde harcar.(bu ifadenin dayanağını bilmiyorum, biraz temkinli yaklaşılması gereken bir ifade,s.z.) Böylece o mal fazlalığının ne ahlâksızların savurganlıklarıyla çarçur edilmesine ve ne de kullanım dışı tutularak stok edilip fonksiyonsuz bırakılmasına meydan verilmiş olur.

_sırf dünya üzerine düşünmek insan aklına, insan kalbine, insan varoluşunun mahiyeti, hayatının asıl niteliği, yükümlülükleri ve ilişkileri hakkında tam bir algı sunmaz; kurumlar, değer yargıları ve ölçüler konusunda sağlıklı bir düşünce oluşturmaya yetmez. Çünkü dünya, insan hayatının kısa süreli bölümünü oluşturur. Oysa bilinci ve davranışları hayatın sırf bu kısa bölümünün hesaplarına göre biçimlendirmek asla insanı sağlıklı düşünceye ve sağlıklı davranışlara ulaştıramaz. Yardım amaçlı mal verme konusu özellikle dünyayı ve Ahireti birlikte düşünmeyi gerektiren bir meseledir. Çünkü başkasına yardım edenin malında meydana gelen maddi eksilme, kalp temizliği ve duygusal arınma olarak kendisine geri döner. Ayrıca bu eksilme içinde yaşadığı topluma yarar, dirlik ve sosyal barış olarak da geri döner. Fakat herkes bu kazanımların farkına varmayabilir. O zaman yardımlaşma kefesinde ağırlık sağlayacak olan faktör Ahiret bilinci, oradaki ödül özlemi ve oraya ilişkin değer ölçülerinin özendirici rolüdür. Bu durumda Ahiret faktörü insan vicdanına doyum, huzur ve esenlik kazandırır ve bu sayede elindeki terazide sahte, fakat aldatıcı ve parlak görünümlü değerlerin bulunduğu kefe ağır basmaz.

_Sana yetimler hakkında soru sorarlar. De ki; Onların durumlarını düzeltmek hayırlı bir iştir. Eğer kendileriyle birarada yaşıyorsanız, onlar artık kardeşlerinizdir. Allah kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici olduğunu iyi bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Hiç şüphesiz Allah üstündür ve hikmet sahibidir.(bakara-220 meali)

_Sosyal dayanışma, İslâm toplumunun temelini oluşturur. Müslüman cemaat, birlikte yaşadığı güçsüzlerin ihtiyaçlarını gözetmekle yükümlüdür. Bu arada ana-baba desteğinden yoksun olan yetimleri gözetmek ve korumak bu alanın öncelikli görevlerindendir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 369-370, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

17 Ocak 2008 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 147


_bu kısmı kesmeden aktarıyorum…

_İslâm o günkü mevcut kölelerin soyundan gelenleri özgürlüklerine kavuşturmayı kararlaştırmış olsa ve bu kararı devletin ve bu kimselerin tüm yakınlarının ekonomik durumunu düzene koymadan önce vermiş olsa bu köleleri malsız-mülksüz, sosyal güvenliksiz, bakıcısız; onları yoksulluktan ve yeni kurulan toplumun sosyal yapısını bozacak ahlâk bozulmasından koruyacak akrabalık bağlarından yoksun bir şekilde ortada bırakmış olacaktı. İşte bu aktüel ve derin köklü şartlar yüzünden İslâm, açık açık savaş esirlerinin köleleştirilmesini önermedi, bunun yerine şöyle dedi:

"Savaşta kâfirler ile karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız olarak ya da fidye karşılığında salıverin." (Muhammed Suresi, 4)

İslâm, savaş esirlerinin köleleştirilmesini de açıkca önermedi, bunun yerine İslâm devletine, esirlerine karşı içinde bulunduğu şartların gerektirdiği şekilde işlem yapma serbestliği tanıdı. Devlet, müslüman esirlere karşı fidye isteyen tarafın esirlerini fidye karşılığında serbest bırakacak, iki taraflı anlaşma sağlanabilirse elindeki esirleri değiştirecek ve savaş halinde bulunduğu düşmanlarının tutumlarının doğuracağı aktüel şartlar uyarınca müslüman esirleri köleleştiren düşmanların esirlerini köleleştirecekti.

Gerçekten çok sayıda ve çeşitli olan kölelik kaynaklarını kurutmakla köleler sayıca azalmaya yüztuttu ve İslâm, bu sayısı azalan köleleri de özgürlüklerine kavuşturmaya girişti. Bu işlemi sözkonusu köleler düşman mihraklarla ilişkilerini keserek İslâm toplumuna katıldıkları anda hemen başlattı. Bu yaklaşımının sonucu olarak kölelere tek taraflı olarak özgürlüklerini isteme hakkı tanıdı; köle belirli bir fidye ödemek karşılığında özgürlüğüne kavuşacak, bu isteğini efendisi ile yazılı anlaşmaya bağlayacaktı. İşte kölenin özgür olmayı istediği bu andan itibaren çalışma, kazanma ve mülk edinme hürriyetini elde edecekti. Böylece çalışarak elde ettiği ücret kendisinin olacaktı. Bu arada özgürlüğüne karşılık olarak vereceği fidyeyi kazanabilmek için efendisinin hizmeti dışında başka işlerde de çalışabilecekti. Başka bir deyimle bu köle bağımsız bir varlık haline geliyor, özgürlüğün en önemli dayanaklarına fiilen kavuşuyordu. Sonra bu köle devlet hazinesinin zekât fonundan pay alacaktı. Ayrıca müslümanlar ona özgürlüğünü elde edebilmesi için malı yardımda bulunmakla yükümlü idiler. Bütün bunların dışında ayrıca köle azad etmeyi gerektiren kefaretler de bu özgürleştirme kampanyasına katkıda bulunuyordu. Mesela yanlışlıkla adam öldürme olaylarında, yemin ve zihar kefareti olarak köle azad etme zorunluluğu vardı. Böylece kölelik düzeninin zaman içinde kesin biçimde ortadan kalkması hedeflenmişti. Buna karşılık böyle köklü bir kurumu bir anda oldu-bitti türünden bir kararla ortadan kaldırmak, kaçınılması mümkün olmayan sosyal sarsıntılara, sakınılması gereken toplumsal bozulmalara yolaçacaktı.

Daha sonraki dönemlerde İslâm toplumunda kölelerin sayısının artması yavaş yavaş beliren sapmalardan, adım adım İslâm sisteminden uzaklaşma eğilimlerinden kaynaklandı. Bu bir gerçektir. Fakat bunun sorumlusu İslâm değildir.

Bu durum, İslâm'ın hanesine olumsuz bir puan olarak kaydedilemez. O İslâm ki, bazı dönemlerde insanlar onun metodundan şu ya da bu oranda saptıkları için aslına uygun biçimde uygulanmamıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi, İslâm'ın tarih görüşüne göre sözkonusu sapmaların oluşturduğu pratik durumlar İslâm'a maledilemezler, İslâm tarihinin kesitleri sayılamazlar. Çünkü İslâm değişmedi, onun ilkelerine yeni bir madde eklenmedi. Değişen insanlardır. Onlar İslâm'dan uzaklaştılar. Bunun sonucu olarak İslâm'ın bu insanlarla bir ilgisi kalmadığı gibi onların da İslâm tarihinin bir kesiti olma nitelikleri kalmamıştır.

Eğer biri yenibaştan İslâm'a uygun bir hayat yaşamak isterse tarih boyunca İslâm'a bağlı olduklarını ileri süregelmiş toplumların bıraktıkları yerden devam edecek değildir. Bunun yerine aslına uygun İslâm ilkelerini yozlaşmamış olarak bulacağı berrak çizgiden başlayarak onu. pratik hayata aktarmalıdır.

Bu gerçek son derece önemlidir; İslâm inancı açısından, İslâmî yaşama tarzı açısından gerek teorik araştırma düzeyinde ve gerekse pratik gelişme düzeyinde önemlidir. Biz bu gerçeği bu bölümde ve bu vesileyle tekrar vurguluyoruz. Çünkü gerek İslâm tarihine yönelik teorik bakış açısı bakımından gerek İslâm tarihinin objektif yorumu bakımından ve gerekse gerçek İslâm'ın hayat düşüncesi ile aslına uygun İslami yaşama düzeni bakımından bazı zihinlerin büyük şaşkınlıkların ve ağır yanılgıların etkisi altında olduğunu görüyoruz. Özellikle İslâm tarihi hakkında araştırma yapan Batılı şarkiyat uzmanlarında bu şaşkınlık ve yanılgı gayet belirgindir. İslâm tarihini yanlış anlayan bu yabancı araştırmacıların etkisi altıda kalan kişilerde aynı şaşkınlık ve yanılgı görülür. Böyleleri arasında bazı aldanmış samimi müslümanlara da rastlanabilmektedir ne yazık ki!..

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 367-369, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

16 Ocak 2008 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 146

_Kölelik, İslâm'ın geldiği dönemde sosyoekonomik kökleri olan, dünyanın her tarafında geçerli bir devletlerarası gelenek durumunda idi. Esirleri köleleştirme ve köleleri çalıştırma düzeni böylesine yaygın ve köklü idi. Öteyandan karmaşık sosyal kurumların dışa yansıyan görüntülerini ve sonuçlarını değiştirebilmek için, önce bu kurumların dayanaklarını ve ilişkilerini geniş çapta değiştirmek gerekir. Bu arada devletlerarası gelenekleri değiştirmek için ayrıca devletlerarası uyuşmalara ve çok taraflı ortak antlaşmalara ihtiyaç vardır.

İslâm'ın köleliğe ilişkin bir emri yoktur, Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde savaş esirlerinin köleleştirilmesini hükme bağlayan bir ayete rastlanmaz. İslâm geldiğinde köleliği, dünya ekonomisinin temelini oluşturan bir milletlerarası düzen ve esirlerin köleleştirilmesini de savaşan bütün tarafların uyguladıkları bir devletlerarası gelenek olarak buldu. Bu köklü sosyal kurumu ve bu yaygın devletlerarası düzeni sağlıklı bir çözüme kavuşturabilmek için soruna tedrici olarak yaklaşması zorunluydu.

İslâm zamanla kölelik düzenine tümü ile son vereceği, onu kökünden ortadan kaldıracağı gün gelinceye kadar, denetim altına alınması imkânsız olacak sosyal sarsıntılara meydan vermeyecek bir önlem olarak köleliğin kaynaklarını, artış yollarını kurutma yolunu seçti. Bunun yanısıra kölelere elverişli yaşama şartları sağlamaya, onlara geniş çapta insan onuru ile bağdaşır bir konum kazandırmaya önem verdi.

Köleleştirme yollarını kurutmaya başlarken meşru savaş esirleri ile köle soyundan gelenleri bu önlemin dışında tuttu. Çünkü İslâm'a düşman toplumlar o zamanın geçerli geleneği uyarınca müslüman savaş esirlerini köleleştiriyorlardı. İslâm, o gün için, düşman toplumları bu geçerli geleneğe karşı çıkmaya, dünyanın her tarafındaki sosyal ve ekonomik düzenin üzerine oturtulduğu bu uygulamayı değiştirilebilecek güçte değildi. Durum böyleyken eğer İslâm, savaş esirlerini köleleştirme uygulamasını ortadan kaldırmayı kararlaştırsa bu karar sadece müslümanların eline düşen savaş esirleri için geçerli olan sınırlı ve tek taraflı bir uygulama olacak, müslüman esirler o günün kölelik düzeni içindeki kötü akıbetlerine katlanmaya devam edeceklerdi. Bu da İslâm düşmanlarının, müslümanlara karşı cesaretlerini ve güçlerini arttıracaktı.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 366-367, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

15 Ocak 2008 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 145


_ayette(bakara-219) müslümanlara alkollü içkinin ve kumarın hükmü açıklanıyor. Bunların her ikisi de Arapların enerjilerini uğrunda harcayacakları, duygularını ve zamanlarını tümü ile meşgul edecek yüce bir idealden yoksun oldukları günlerde kendilerini kaptırdıkları birer zevk verici eğlence türü idiler.

_Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.(bakara 219 mealinden…)
Bu ayetin indiği zamana kadar, içki ve kumarı yasaklayan bir ayet inmemişti. Fakat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde bu iki kötü alışkanlığın helâl olduğunu söyleyen bir hüküm de yoktu.

Yüce Allah yeni oluşmakta olan bu müslüman cemaati elinden tutarak onu adım adım istediği yolda ilerletiyor, onu kendisi için tasarladığı misyona uygun olarak yapılandırıyordu. Bu önemli misyon, bu büyük görev, insanın kendini içki ve kumar yolunda harcaması ile bağdaşmazdı; ömrü, bilinci ve enerjiyi amaçsız insanların eğlencelerinde boşu boşuna tüketmekle bağdaşmazdı. Çünkü sözkonusu amaçsız kimseler nefislerine haz veren şeyler ile oyalanır, peşlerinden bir an bile ayrılmayan serserilik ve sorumsuzluk, kendilerini içki ile sarhoş olmaya ve kumarla oyalanmaya daldırır. Kimi zaman da bu zavallıları kovalayan kör nefisleri olur. Onlar da kendilerinden kaçarak içkinin ve kumarın kucağına atılırlar. Tıpkı cahiliye toplumunda yaşayan sıradan insanların yaptıkları gibi. Bu dün böyle idi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Yalnız İslâm, insan nefsine yönelik eğitim metodu uyarınca bu konuda yavaş, soğukkanlı ve zorlamacılıktan uzak adımlar ile ilerliyordu.

_Maddî nesneler ve davranışlar her zaman mutlak anlamda, katıksız biçimde kötü olmayabilirler. Şu dünya üzerinde iyilik, kötülükle ve kötülük de iyilikle karışık olarak bulunur. Fakat herhangi bir nesnenin ya da davranışın helâl ya da haram olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın günahı, zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur. Böyle olmakla birlikte bu ayette açık bir yasaklama ve haram sayma hükmüne yer verilmemiştir.

_Eğer emir ya da yasak imana dayalı düşünce ile, yani inanç sistemi ile ilgili ise İslâm o konuda kesin hükmünü, o konuda söyleyeceğini daha baştan ortaya koyuyor.

Fakat eğer emir ya da yasak bir alışkanlıkla, bir gelenekle veya karmaşık bir sosyal uygulama ile ilgili ise o zaman İslâm işi ağırdan alıyor; konuya yumuşak, tedrici ve kolaylık gösterici bir tarzda yaklaşıyor, uygulamayı ve itaati kolaylaştıracak pratik şartlar hazırlıyor.

Meselâ İslâm, "Tevhid mi, yoksa şirk mi?" sorunuyla karşı karşıya kaldığı zaman kararlı ve kesin bir darbe ile daha baştan emrini yürürlüğe koydu; Bu konuda hiçbir tereddüde, hiçbir duraksamaya, hiçbir hoşgörüye, hiçbir tavize; hiçbir orta yolda buluşma beklentisine yer vermedi. Çünkü burada mesele düşüncenin temel ilkesidir, onsuz ne iman olur ve ne de İslâm ayakta durabilir.

Ama İslâm içki ve kumar meselesine gelince, bu bir alışkanlık ve adet meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak tedavi yolu ile bıraktırılabilir. Bu yüzden İslâm, müslümanların vicdanlarını ve şeriat mantıklarını uyarmakla işe başladı; Bu amaçla içkinin ve kumarın günahını, yararından daha büyük olduğunu belirtti. Bu demektir ki, bu alışkanlıkları bırakmak onları sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisa suresinin şu ayeti ile ikinci adım atıldı:

"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilecek duruma gelinceye kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa Suresi, 43)

Bilindiği gibi günde beş vakit namaz vardır ve bu namaz vakitlerinin çoğunluğu kısa aralıklıdır, bu aralıklar sarhoş olup arkasından ayılmak için yeterli değildir. Burada içki alışkanlığının pratiğe aktarma imkanını daraltma ve içki alma periyodları ile ilgili olan alışkanlığın sürekliliğini kırma girişimi ile karşı karşıyayız. Çünkü içki ya da uyuşturucu madde tutkunlarının alışkanlık haline getirdikleri vakit gelince bu maddeleri kullanma ihtiyacı duydukları bilinen bir şeydir. Eğer bu vakit, bu maddeler kullanılmadan geçiştirilir ve bu geçiştirme birkaç kez tekrarlanabilirse alışkanlık zayıflamaya başlar ve alt edilmesi mümkün hale gelir.

Bu iki adım atıldıktan sonra içki ve kumarın haram olduklarını belirten son ve kesin yasaklama hükmü geldi:

"Ey müminler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları kuşkusuz Şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz."(Maide Suresi, 90)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 364-366, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

14 Ocak 2008 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 144

_İslâm'ın yeryüzündeki varlığı, bu dinin düşmanları, her dönemdeki İslâm cemaatinin düşmanları için başlıbaşına bir kin ve korku kaynağı olmuştur. Başlıbaşına İslâm onları rahatsız ediyor, korkutuyor, kinlerini kabartıyor. İslâm o kadar güçlü, o kadar sağlam bir dindir ki, bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün haydutlar ondan ürküyor ve bütün bozguncular (müfsitler) ona karşı antipati duyuyor. İslâm gerek başlıbaşına gerek içerdiği apaçık hakk, gerek tutarlı sistemi ve gerekse sağlıklı sosyal düzeni ile doğrudan doğruya somut bir savaştır; o bütün bu nitelikleri ile batıla, haydutluğa, zulme ve bozgunculuğa karşı doğrudan doğruya somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl taraftarları, haydutlar, bozguncular onun varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden müslümanların karşısında hep pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak, kâfirliğe döndürmek için yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da hangi türü olursa olsun, onlar için farketmez. Zira yeryüzünde bu dine inanan, bu sistemin izinden giden, bu düzeni yaşayan bir tek müslüman cemaat varken batıl düzenlerinin yaşayacağına, haydutluklarının ve bozgunculuklarının devam edebileceğine güvenemiyorlar.

Bu İslâm düşmanlarının savaş metodları ve savaş araçları zamanla farklılaşır, fakat hedef hiçbir zaman değişmez. Bu hedef, gerçek müslümanları dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri kırılsa, bozulsa başka bir silah çekerler. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını bilerler.

_"Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır."(bakara 217 mealinden…)

Burada geçen "Hubut" kelimesi, merada otlayan bir devenin zararlı bir ot yemesi sonucunda önce şişip arkasından ölmesini anlatan bir deyimden türemedir. Kur'an-ı Kerim, burada bu kelime ile insanın işlediği amellerin önce kabarıp sonra yokoluvermeleri olayını anlatmak istiyor. Görüldüğü gibi bu kelimenin somut anlamı ile soyut anlamı arasında sıkı bir uyum var. Yani batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa karışması olayı ile zehirli ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda patlayıp ölmesi olayı arasında sıkı bir çağrışım vardır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 363-364, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

13 Ocak 2008 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 143


_Eğer insan, hayatında başından geçen olayları gözünün önüne getirdiği zaman, hayır çıkan birçok istemediği şey ve yine arkasında kötülük saklanan birçok hoşuna giden şey bulur. İnsanın nice istekleri olmuştur ki, elinden kaçtılar diye neredeyse üzüntüden kahrolacak duruma düşmüş, fakat bir süre sonra meydana çıkmıştır ki, sözkonusu isteğinin vaktiyle yerine gelmemiş olması, yüce Allah'ın bağışladığı bir kurtuluştur. Buna karşılık insanın karşısına öyle sıkıntılar çıkmıştır ki, istemeye istemeye, acı çekerek onlara katlanmış, faka! bir süre sonra o sıkıntılar sayesinde hayatının en uzun ömürlü mutluluğuna kavuştuğunun farkına varmıştır.

_İslâm, hayata pratik olarak yaklaşan bir sistemdir. Hayalî, donuk ve uygulama yeteneğinden yoksun romantik teori kalıplarına dayanmaz. O insan hayatını pratik engelleri, çeşitli çekici yönleri ve şartları ile olduğu gibi ele alır. Böylece hayatı ele alarak onu aynı anda ilerlemeye ve yükselmeye doğru yöneltir. Bu yönlendirmeyi hayatın realiteleri ile uyuşan pratik çözümlerle gerçekleştirir, hayatın realitesi karşısında hiçbir işe yaramayan ham hayaller ile ve boş rüyalar ile oyalanmaz.

Öteyandan bu Mekkeli putperestler azgın, saldırgan bir haydut çetesidirler. Hiçbir kutsal değeri tanımazlar, hiçbir dokunulmazlığın önünde çekingenliğe kapılmazlar; toplumun geleneksel olarak saygı beslediği bütün ahlâki, dinî ve imanî değerleri gözlerini kırpmadan çiğnerler. Her yola başvurarak hakkın önüne dikilirler ve insanları, onu benimsemekten alıkoymaya çalışırlar. Müminlere dini inançları yüzünden baskı yaparlar, onlara en ağır eziyetleri çektirirler, onları haşerelere varıncaya kadar bütün canlılar için güvenlik bölgesi olan Mescid-i Haram çevresindeki yurtlarından çıkarırlar. Bütün bu cinayetlerden sonra da Haram ayın arkasına saklanarak dokunulmazlıklar ve kutsal değerler adına ortalığı velveleye verirler, tozu dumana katarlar ve çirkin seslerinin en yüksek frekansı ile yaygarayı basarak "Bakın, işte, Muhammed ile arkadaşları yasak ayların dokunulmazlığını çiğniyorlar" diye bağırırlar!

İslâm bunlara nasıl karşılık veriyor? Acaba onlara havada kalan romantik teorilerle mi karşılık veriyor. Eğer böyle yapmış olsa müslümanların azılı düşmanları her türlü silâhı kullanırken, hiçbir silâhı kullanmaktan çekinmezken iyilikten yana olan bağlılarını silâhtan arındırmış olurdu. Hayır, İslâm böyle yapmıyor. O pratik realiteye karşı koymak, kötülüğü savmak, ortadan kaldırmak istiyor. Azgınlığın, şirretliğin kökünü kazımak, batılın ve sapıklığın pençelerini sökmek istiyor. Yeryüzünü iyilikten yana olan güce, dünyanın iktidarını dürüst cemaatin eline teslim etmek istiyor. Bundan dolayı İslâm dokunulmaz değerlerin haydutların ve saldırganların arkalarına saklanarak dürüst ve iyilikten yana olan yapıcı insanlara ateş ettikleri ve ateş ederken karşı taraftan gelecek savunma ateşinin tehlikesinden emin kaldıkları birer saldırı siperi olarak kullanılmalarına meydan vermez.

İslâm, dokunulmaz değerleri gözetenlerin dokunulmazlıklarına saygı gösterir. Bu ilke üzerinde ısrar eder, onu titizlikle korur. Fakat dokunulmazlıkları çiğneyenlerin onları siper edinerek dürüst insanlara eziyet etmelerine, iyi insanları öldürmelerine, müminlere dini inançlarından dolayı baskı yapmalarına ve aslında dokunulmaz kalmaları gereken kutsal değerlerin arkasına saklanıp karşılık görme tehlikesinden uzak kalarak her türlü cinayeti işlemelerine seyirci kalmaz.

İslâm bu ilkeye diğer alanlarda da tutarlılıkla bağlı kalır. Meselâ İslâm dedikoduyu yasaklar, haram sayar. Fakat bu dedikodu yasağı sapıklar (fasıklar) hakkında sözkonusu değildir. Sapıklığı ile ün kazanan bir fasığın, sapıklığının ateşinde yaktığı kimseler tarafından saygı gösterilecek böyle bir dokunulmazlığı yoktur. Bunun yanısıra İslâm kötülüğün açık açık söylenmesini de yasaklar" (Nisa Suresi, 148). Fakat "zulme uğrayan"ı bu yasağın dışında tutar. Kötülükten zarar gören kimse kendisine zulmeden kimsenin kötülüğünü açık açık dile getirebilir. Çünkü bu onun hakkıdır. Ayrıca eğer susar, ağzını açmazsa layık olmadığı halde zalimin bu onurlu ilkeye sığınma cesaretini arttırmış olur.

Bununla birlikte İslâm yine de yüksek düzeyini korur; bu haydutların ve şirretlerin seviyesine düşmez; onların kirli silâhlarına ve iğrenç metodlarına başvurmaz. İslâm sadece müslüman cemaati, onların ellerini kırmaya, onlarla savaşmaya, onları öldürmeye ve böylece yaşama alanını onların murdar varlıklarından temizlemeye özendirir. İşte İslâm'ın öğlen güneşi kadar parlak ve belirgin çehresi!..

İktidar, temiz, dürüst, mümin ve istikametli insanların elinde olunca, yeryüzü, dokunulmazlıkları çiğneyenlerden ve kutsal değerleri ayaklar altına alanlardan temizlenince, işte o zaman, kutsal değerlerin dokunulmazlığı, yüce Allah'ın istediği gibi tam olarak koruma altına alınır.

İşte İslâm budur! Açık, belirgin, güçlü ve açık sözlüdür, zikzak çizmez. Ama kendisine karşı zikzak çizmek isteyenlere de fırsat vermez.

İşte Kur'an-ı Kerim, müslümanların sağlam yere basmalarını, yeryüzünü kötülükten ve bozgunculuktan temizlemek amacı ile Allah yolunda ilerlerken kaygan zemine ayak basmamalarını telkin ediyor; onların vicdanlarını endişeye, çekingenliğe, kuruntuların kemirmesine ve vesveselerin işkencesine açık bırakmıyor. İşte şu kötülüktür, bozgunculuktur, saldırganlıktır, haydutluktur. Buna göre dokunulmazlık hakkından yararlanması sözkonusu değildir; dokunulmazlıkların siperi arkasında mevzilenerek bizzat bu dokunulmazlıklara darbe indirmesi caiz değildir. Müslümanlar kesin bilgi ve güven içinde, vicdanları ve Allah'ın ilkeleri doğrultusunda yollarında ilerlemelidirler.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 357-362, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

12 Ocak 2008 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 142

_"Hiç şüphesiz, Allah yaptığınız her hayrı bilir."(bakara 215 mealinden...)

Hem bizzat yapılan hayrı hem onu yaptıran sebepleri ve hem de ona eşlik eden niyeti bilir. Onun için de bu iyilik, bu hayır boşa gitmez, kaybolmaz. O, yüce Allah'ın hesabına geçer. O Allah ki, O'na ulaşan hiçbir şey kaybolmaz. İnsanları aldatması, onlara haksızlık etmesi sözkonusu olmadığı gibi O'na karşı ikiyüzlü davranmak ve olduğundan farklı görünmek de mümkün değildir.

Bu metodu kullanan İslâm, insan kalbini kötülüklerden arındırarak Allah'a bağlılık derecesine yükseltir. Ancak bunu yaparken zora başvurmaz, insan psikolojisini gözönünde bulundurarak çeşitli önlem ve dayatmalara başvurmaz.

İşte mutlak anlamda bilgi sahibi ve yarattığını en iyi tanıyan Allah'ın benimsediği ve üzerine sosyal düzenini oturttuğu eğitim metodu budur. İslâm'ın öngördüğü sosyal düzen insanı olduğu gibi ve bulunduğu konumda kabul ederek elinden tutar ve başka yollardan giderek ulaşamayacağı yüceliklere, aydınlığa ve zirveye ulaştırır. İnsanlık geçen dönemlerde de ancak bu metodu ve yolu benimsediği zamanlar sözü edilen zirveye ve aydınlığa ulaşabilmişti.

_Savaş, hoşunuza giden bir iş olmadığı halde size farz kılındı. Bazan hoşunuza gitmeyen birşey hakkınızda hayırlı olabilir, buna karşılık hoşunuza giden birşey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz.(bakara-216 meali)

Allah yolunda savaşmak, meşakkatli bir farzdır. Fakat böyle olmakla birlikte yerine getirilmesi gereken zorunlu bir görevdir de. Yerine getirilmesi zorunludur, çünkü gerek tek tek müslümanlar hesabına gerek İslâm toplumu hesabına gerek tüm insanlık hesabına ve gerekse hakk, iyilik ve yapıcılık adına birçok yararlar içerir.

İslam insan fıtratının özelliklerini gözönünde bulundurduğu için bu farzın meşakkatini, zorluklarını inkâr etmez; onun sıkıntılarını hafife almaz; insan nefsinin bu görevi ağır sayan, ondan hoşlanmayan fıtrî duygularına karşı çıkmaz. Çünkü İslâm fıtratla çelişkiye düşmez, onunla çatışmaya girişmez, yok sayılmaları mümkün olmayan köklü duygularından onu soyutlamaya, yoksun bırakmaya kalkışmaz. Bunun yerine soruna bir başka açıdan yaklaşarak meseleyi aydınlığa kavuşturur.

İslâm açık açık söyler ki, bazı farzlar zor, buruk ve acıdır. Ama arkalarında öyle bir hikmet saklıdır ki, bu hikmet onların zorluğunu önemsizleştirir, acılığını tatlıya dönüştürür, onun aracılığı ile dar görüşlü insanların fark edemeyebilecekleri önemde bir hayır gerçekleştirir.

_İşte İslâm'ın insan fıtratı karşısında benimsediği tutum budur. Onun içinden geçen doğal duyguları inkâr etmez, zor bir işi sırf teklif edildi diye yapmasını istemez. Bunun yerine onu yavaş yavaş itaat eğitiminden geçirir, önünde ümit kapılarını açık tutar. Böylece iyi olan şey uğruna asgarî gayreti harcamasını, başkalarınca zorlanarak değil, gönüllü olarak kendini aşmasını ister. Yine böylelikle onun zayıf noktalarını bilen, omuzlarına yüklediği görevin zorluğunu peşinen söyleyen, onu mazur gören, halini anlayan O'na hoşgörü, bağışlama ve ümitle yaklaşan yüce Allah'ın engin şefkatini somut biçimde algılar.

İşte İslâm insan fıtratını böyle eğitir. Bu eğitimden geçen fıtrat yükümlülükten bıkmaz, ilk darbe karşısında paniğe kapılmaz, işin başında zorluk görünce feryadı basmaz, zorluk karşısında zayıf kaldığı görüldü diye utanmaz, mahcup düşmez. Aksine direnir. Çünkü yüce Allah'ın kendisini hoş gördüğünü, yardımını imdadına yetiştirdiğini ve güçlendirdiğini bilir, sıkıntılara rağmen yoluna devam etmeye karar verir. Çünkü yapmakta olduğu işin sıkıntılarının arkasında bir hayır, zorluğun ardında kolaylık, zahmetin ve yorgunluğun sonunda büyük bir rahat gizli olabilir. Buna karşılık sevdiği ve yapmaktan haz duyduğu bir işe de düşüncesizce girmez. Çünkü hazzın arkasında pişmanlık gizli olabilir, istenen şeyin ötesinde istenmeyen birşey saklı olabilir, yem olarak verilen tatlı yiyeceğin arkasında ölüm pusuya yatmış olabilir.

Bu, şaşırtıcı bir eğitim metodudur. Kökleri derinlere inen, sadece bir eğitim metodu... İnsan psikolojisine sızmak, onun ücra köşelerine ulaşmak için kullanacağı yolları, kanalları iyi bilir. Aracı doğruluktur, dürüstlüktür, yalancı telkinlere, aldatıcı kaypaklıklara asla müracaat etmez.

_Allah, müminlerin omuzlarına savaşma yükümlülüğünü yüklerken bile onları bu metod uyarınca barışa yöneltiyor. Çünkü gerçek barış, savaş alanında bile ruha ve gönüle egemen olan barıştır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 354-356, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

11 Ocak 2008 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 141


_İslâm, insanı olduğu gibi, yani fıtrî yapısı ile, doğal eğilimleri ve yetenekleri ile ele alıyor. Sonra onu olduğu noktadan, durduğu yerden tutarak adım adım ileriye doğru, üst düzeye doğru zorlamaksızın yürütüyor. İnsan yukarı çıkarken rahattır. İslâm onun fıtratını, eğilimlerini ve yeteneklerini hesaba katıyor. Onun aracılığı ile hayat düzeyini geliştirip ilerletiyor. Bu sırada insan yorgunluk ve bıkkınlık duymuyor. İslâm, onu üst düzeylere tırmandırmak için zincirler ve boyunduruklar aracılığı ile sürüklemiyor, onu yükseltmek için fıtri eğilimlerini ve içgüdülerini baskı altına almıyor. Yolda onu kılavuzsuz bırakmıyor, onu bulutlar üzerinde uçuşa geçirmiyor. Bunlar yerine onu zorlamaksızın, kolayına gelecek şekilde yukarılara çıkarıyor. Yokuşu çıkarken insanın ayakları yerde, gözleri semaya dönük, kalbi yücelikler ufkunun heyecanı ile çarpmakta ve ruhu yukarılarda Allah'a bağlıdır.

_Yüce Allah insanın en çok yakın aile fertlerini, yani ehli ile ana-babasını sevdiğini iyi biliyor. Bunun için ona kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra atacağı ilk yardımlaşma adımında bu sevdiklerine yararlı olmasını öneriyor. Bunlara gönül hoşluğu ile yardım yapacak, böylece zararlı olmayan fıtri eğilimlerini tatmin etmiş olacaktır. Bu eğilimleri tatmin etmenin zararlı bir şey olmadığı bir yana tersine bunun arkasında bir hikmet ve yarar vardır. Aslında kişinin, geçimlerini sağladığı ve yardım elini uzattığı bu kimseler en yakın akrabalarıdır. Evet, ama bu insanlar ayni zamanda bu ümmetin bir parçasıdırlar ve eğer bir yerden yardım görmezlerse muhtaç duruma düşeceklerdir. Buna göre bunların yakınları olan birinden yardım görmeleri, yakınları olmayan bir yabancıdan yardım almalarından daha onurlu bir şeydir. Aynı zamanda bu aile içi yardımlaşma yuvada sevgiyi ve iç barışı yaygınlaştırır, yüce Allah'ın büyük insanlık camiası yapısının ilk tuğlası olmasını dilediği aile kurumunun bağlarını güçlendirir.

_En başta yardımseverlerin vicdanlarını arındırma hedefine ulaşılıyor. Çünkü kişi verdiğinde gözü kalmayarak, yaptığı yardımdan hoşnut olarak baskısız ve ısrarsız bir şekilde vermiştir. İkinci olarak sözünü ettiğimiz muhtaç kesimlere yardım sağlama, onları sosyal güvenlik şemsiyesi altına alma hedefine ulaşılıyor. Üçüncü olarak da hiçbir baskıya ve zorlamaya başvurmaksızın toplumun bütün fertleri arasında dayanışmalı ve yardımlaşmalı yoğun bir kaynaşma ve bütünleşme meydana getiriyor. Görüldüğü gibi yumuşak, gönüllülük ilkesine dayalı istediği hedefe varabilen; baskısız, yapmacıksız ve düzenli olarak hayırlı olanı tümü ile gerçekleştiren hünerli bir yönlendirme metodu ile karşı karşıyayız.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 352-354, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

10 Ocak 2008 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 140

_müslüman, hayatının küçük büyük her olayı, her gelişmesi ile ilgili olarak,İslâm'ın hükmünü araştırmalı, İslâm'ın o konudaki hükmünün ne olduğunu kesin olarak anlamadan hiçbir davranışa girişmemelidir. İslâm'ın onayladığı uygulama onun ilkesi ve kanunu olacağı gibi İslâm'ın onaylamadığı uygulama ona yasak ve haram olur. İşte bu duyarlılık; bu inanç sistemine inanmış olmanın kesin belirtisi, göstergesidir.

_İnfak ve yardımlaşma konusu, İslâm'ın doğup geliştiği şartlara benzer ortamlarda müslüman cemaatin karşı karşıya kaldığı ve göğüslemek zorunda tutulduğu sıkıntılarla, meşakkatlerle ve savaşlarla başa çıkabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun yanısıra yardımlaşma toplumsal dayanışmanın, sosyal güvenliğin gerçekleşmesi ve fertler arasında duygusal farklılıkların ortadan kaldırılması açısından da gereklidir. Öyle ki, her fert bu organizmanın bir üyesi olduğunu, onun hiçbir imkânını kendinden esirgemediğini ve hiçbir şeyden onu mahrum tutmadığını hissetmelidir. Bu durum, cemaatin duygusal oluşumu açısından çok önemlidir. Ayrıca fertlerin ihtiyaçlarını karşılamak, toplumun pratik oluşumu açısından da önemlidir.

_"De ki; hayır (iyilik, yardım) olarak ne verirseniz..."

Bu ifade tarzı bize iki şeyi düşündürüyor: Birincisi verilen şey, yapılan yardım hayırdır, hayrın ta kendisidir. Veren için hayırdır, alan için hayırdır, cemaat (toplum) hesabına hayırdır, başlı başına hayırdır, iyi bir davranıştır, iyi bir sunuştur, iyi bir şeydir. Çünkü başkalarına birşey vermek kalbi temizleyici, vicdanı arındırıcı bir davranıştır; Bunun yanısıra başkalarına sağlanan bir yarar, bir yardımdır. Asıl kalbi temizleyen, vicdanı arındıran ve özveriye soylu anlam kazandıran hayırda bulunma, eldeki şeylerin en iyisini bulup başkaları adına onu gözden çıkarabilmektir.

Yalnız bu ima yollu teşvik, zorunluluk anlamı taşımaz. Çünkü, başka bir ayette belirtildiği gibi, yardım ederken benimsenmesi zorunlu olan tutum, verenin elindeki şeyin normalini, ortalama kalitede olanını vermesi, bunun ne daha kalitelisini ve ne de daha pahalısını vermemesidir. Fakat bu ayetin içerdiği imalı teşvik, nefsi, iyi olan malı verebilmeye yatkın hale getirmeyi, Kur'an-ı Kerim'de izlenen nefis eğitimi ve kalpleri hazırlama metodu uyarınca bu tür özveriyi sevdirmeyi sağlar.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 350-351, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

9 Ocak 2008 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 139


_Onlara bu durumun müminleri arındırmak ve Cennet'e girmeye hazırlamak, mutlu sona lâyık olmak amacına dayanan geleneksel bir ilâhî kanun (sünnetullah) gereği olduğu anlatılıyor. Bunun için bu inanç sisteminin bağlıları inançlarını savunmalı, bu uğurda sıkıntıyla, acıyla, baskıyla ve ızdırapla yüzyüze gelmeli, zafer ile hezimet kutupları arasında gidip gelmelidirler. Böylece hiçbir baskı altında sarsılmaksızın, hiçbir düşman güçten ürkmeksizin, hiçbir fitnenin ve mihnetin darbeleri altında hayal kırıklığına düşmeksizin inançlarına bağlılıklarını sürdürdükleri takdirde yüce Allah'ın yardımını hakederler. Çünkü onlar o gün yüce Allah'ın dininin güvenilir korucuları olmuşlar, uhdelerine verilen emanete sahip çıkmışlar, onu korumaya ve savunmaya lâyık olmuşlardır. Bunların yanısıra Cenneti de hak etmişlerdir.

_(bu kısmı kesmeden aktarıyoruz_s.z.)Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, kolayca Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar ';Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" dediler. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır.(bakara 214 meali)

Yüce Allah ilk müslümàn cemaate böyle hitap ediyor, dikkatlerini kendilerinden önce yaşamış olan mümin cemaatlerin tecrübelerine ve seçilmiş kullarının eğitilmesine ilişkin ilâhî kanununa (sünnetullaha) yöneltiyor. O seçilmiş kullar ki, yüce Allah, sancağını onların ellerine veriyor, yeryüzünde halifesi olma emanetini, sistemini ve şeriatını omuzlarına yüklüyor. Bu hitap, aynı zamanda bu büyük görevi üstlenen, bu son derece önemli misyonu taşımayı seçen herkese yöneliktir.

Bu ayetin anlatmış olduğu tecrübe; köklü, düşündürücü ve ürkütücüdür. O dönemin peygamberi ile çevresindeki müminlerin sorusunu düşünelim. Bu soru hakka ulaştığı kesin olan bir peygamber ile kendi çevresindeki Allah'a inanmış kimseler tarafından soruluyor. Soru "Allah'ın yardımı ne zaman?" şeklindedir. Bu soru bize böylesine hakka ulaşmış kalpleri sarsan sıkıntının çapını somut olarak anlatacak niteliktedir. Sözünü ettiğimiz soylu kalpleri baskısı altına alan sıkıntı tarif edilmez boyutlara ulaşmış ki, bu kalplerden "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" şeklinde bezginliği dışa vuran bir soru yükselmiştir.

Kalpler, bu sarsıcı sıkıntı karşısında sebat edince, direnişini sürdürünce, işte o zaman yüce Allah'ın vaadi gerçekleşir, O'nun yardımı imdada yetişiverir:

"İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır."

Bu yardım onu hakedenler için hazır bekletiliyor. Fakat onu ancak sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat edenler hakedebilir. Sıkıntıya ve darlığa göğüs gerenler, sarsıntıya kapılmaksızın bu direnişi gösterenler, zulüm karşısında baş eğmeyenler, yüce Allah'ın bu yardımını dilediği kimselere göndereceğine kesinlikle inananlar, hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah'ın yardımını gözleyenler; başka hiçbir çözüme, Allah'ın katından gelmeyen herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayanlar bu yardıma hak kazanabilirler. Zaten sözkonusu yardım sadece Allah katından gelebilir.

İşte müminler bu kesin direniş sayesinde Cennet'é girerler, buna lâyık olurlar, buna öncelik kazanırlar. Cihaddan, imtihandan, sabırdan, direnişten, sebattan, sırf Allah'a yönelmekten, bilinçlerinde sırf O'nu yaşatmaktan, O'nun dışındaki herşeyle ve herkesle bağını kopardıktan sonra gelen bir hak ediştir bu.

Mücadele ve bu mücadele sırasında gösterilen sabır, vicdanlara güç verir; onlara kendilerini aşma imkânı sağlar; onları potasında eritip arındırır; cevherlerini saf ve parlak hale getirir. İnanca derinlik, güçlülük ve canlılık bağışlar. Bunun sonucu olarak o inanç sistemi düşmanlarının gözünde bile parlak görünür. O zaman sözkonusu düşmanlar akın akın Allah'ın dinine girerler. Bu, dün olduğu gibi bugün de daha yolun başında taraftarlarının birçok eziyetle karşılaştığı her hak davanın karşılaşacağı bir sonuçtur. Öyle ki, bu taraftarlar karşılaştıkları eziyetlere sabırla katlandıklarında daha önce kendileri ile savaşan düşmanlarının saflarına katıldıkları, en şiddetli hasımların ve katı inatçıların kendilerini desteklemeye yöneldikleri görülür.

Üstelik böyle birşey olmasa bile aslında bundan daha önemlisi meydana gelir. Hücuma uğrayan çağrının taraftarlarının ruhları bütün yeryüzü güçlerinin, bu güçlerin şerlerinin ve fitnelerinin üzerine yükselir. Bu ruhlar rahat ve refah düşkünlüğünün, son olarak da yaşama hırsının tutsaklığından kurtulur. Bu kurtuluş bütün insanlık hesabına bir kazanç olduğu gibi dünyaya ve sıkıntılarına tepeden bakma yolu ile bu sonuca ulaşmış olan ruhlar hesabına da bir kazançtır. Öyle değerli bir kazanç ki, Allah'ın yüce sancağım yükseklerde dalgalandırma görevini, O'nun emanetini, dinini ve şeriatını üstlenmiş olan müminlerin çekmiş oldukları bütün acılardan ve sıkıntılardan daha ağır basar.

Bu kurtuluş, sahibini son çözümde Cennet hayatına lâyık hale getirecek faktördür. İşte yol budur. Yüce Allah'ın gerek ilk müslüman cemaate ve gerekse her kuşaktan müslümanlara anlattığı gibi yol budur. İşte yol budur. Yani iman ve cihad, sıkıntı ve meşakkat, sabır ve direnme ve sırf Allah'a yönelme yolu. Arkasından zafer ve daha sonra da (inşallah_s.z.)Cennet mutluluğu gelir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 348-350, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

8 Ocak 2008 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 138

_Bu değişmez ölçüyü ortaya koymak için sınırsız bir bilgi, geçmişte olanları, şimdiki zamanda olanları ve ilerde olacakları tümü ile içeren bir bilgi gereklidir. Bu bilgi aynı varlık birimini geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek gibi kategorilere ayıran zaman kayıtları ile ya da yine bu aynı varlık birimini kesin, şüpheli, meçhul, somut ve görünmez gibi kesimler ile sınırlandırmamalıdır. Yine bu bilgi aynı varlık birimini yakın, uzak, görünür, görünmez, algılanabilir ve algılanamaz gibi mekan kayıtları ile de sınırlamamalıdır. Bu değişmez ölçü neyi ve kimi yarattığını, bilen, herkese yarayan ve istikrarı sağlayan sistemin ne olduğunu bilen bir ilâhın varlığına ihtiyaç gösterir.

Bunun yanısıra bu ölçüyü ortaya koymak için şahsî ihtiyaç, yetersizlik, geçicilik, yok olmak, ihtiras, arzu ve korku gibi insana özgü duygu ve kaçınılmazlıkları aşmış olmayı, evrende bulunan herşeyin ve herkesin üstünde bulunmayı, başka bir deyimle şahsi amacı, arzusu, hazzı, kişisel yetersizliği ve eksikliği sözkonusu olmayan bir ilâhın varlığını gerektirir.

_insanlar, hakla batılın ne olduğuna karar veren hakem değillerdir. İnsanların onayladıkları şey hakk değildir, insanların doğru saydıkları şey din değildir. İslâm'ın tarih görüşü herşeyden önce şu ilkeye dayanıyor: İnsanlar herhangi bir şeyi yapabilirler herhangi bir şeyi söyleyebilirler ve yaşam tarzlarını herhangi bir şeye dayandırabilirler. Eğer sözkonusu "şey" Allah'ın kitabına ters düşüyorsa bu durum o şeyi "hakk"ın yerine geçirmez, onu dinin esaslarından biri yapmaz, ona dinin pratik yorumu sıfatını kazandırmaz; ardarda gelen kuşakların onu benimsemiş olması, ona haklılık gerekçesi sağlamaz.

_İslâm tarihinin herhangi bir döneminde bir sapma meydana gelmiş ve bu sapma gitgide büyümüş olsun. Şimdi denilebilir mi ki: Sözkonusu meydana gelmiş sapmalar mademki hayatın pratiğine girmiştir o halde İslâmın sınırları dahilindedir! Asla böyle birşey ileri sürülemez. İslâm, bu tarihî uygulamadan hep uzak ve ayrı kalır ve meydana gelmiş olan bu sapma, bu yanılgı hiçbir zaman delil ve örnek olarak kullanılamaz. Dahası, İslâmi hayat tarzının kesintiye uğradığı yerden itibaren devam ettirmek isteyen kimse bu sapmayı ortadan kaldırmak, uygulama alanından uzaklaştırmak ve yüce Allah tarafından ihtilaflı konularda insanlar arasında hüküm vermek üzere indirilen kitaba dönmekle görevlidir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 346-347, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

7 Ocak 2008 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 137


_Yetenek ve görevlerdeki bu farklılık, normal olarak düşüncelerde, ideallerde, sistemlerde ve yollarda ayrılık meydana getirir. Fakat yüce Allah bu arzu edilen ve gerçeklesen farklılıklarını enine-boyuna geniş bir çerçeve içinde kalmasını, bu çerçevenin sağlıklı ve doğru istikametli olmaları şart olan bu farklılıkların tümünü kapsamına almasını ister. Sözünü ettiğimiz çerçeve, iman çerçevesidir. Bu çerçeve insanlarda görülen değişik yetenekleri, değişik hünerleri ve değişik enerjileri içine sığdıracak derecede geniştir. Bunun sonucu olarak sözkonusu yetenek ve enerjileri ne öldürür ve ne de baskı altına alır, fakat onları düzene koyar, koordine eder ve yapıcılık yolunda harekete geçirir.

_"Allah, peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm vermek için peygamberler ile birlikte hakk içerikli kitap indirdi."(bakara 213 mealinden…)

Yüce Allah'ın burada geçen "hakk" içerikli sözü üzerinde mutlaka durmamız gerekir. Bu söz sadece ilâhi kitabın getirdiği bilgilerin "hakk" olduğunu, bu hakkın kendi dışındaki insan sözleri, düşünceleri, Sistemleri, değer yargıları ve kriterleri hakkında adil hüküm ve son söz olsun diye indirildiğini kesinlikle belirliyor. Bu hakkın dışında bir başka hak, bu hükmün yanında başka bir hüküm ve bu sözden sonra başka bir söz geçerli olamaz. Birden fazla sayıda olmayan bu hakk ortada olmaksızın, bu hakkı insanlar arasındaki bütün ihtilaflı konularda hakem yapmaksızın ve onun hükmüne tartışmasız ve itirazsız olarak boyun eğmeksizin, bütün bunlar olmaksızın, şu hayatın gidişatı yoluna girmez, insanlar arasındaki uyuşmazlıklar ve ayrılıklar sona ermez, yeryüzünde barış ortamı gerçekleşmez ve insanlar asla barışa giremez.

_Kitap hakkında Kur'an-ı Kerim'in seslendirdiği bu görüş, dinlerin ve inanç sistemlerinin tarihi gelişimi ile ilgili İslâm'ın dosdoğru bakış açısını yansıtır. Bu bakış açısına göre her peygamber aslında, köklü bir temel üzerine oturan bu tek dini getirmiştir. Bu temel, kayıtsız-şartsız Tevhid (Allah'ın birliği) ilkesidir. Sonra her peygamber devriminin arkasından zamanla sapmalar baş gösteriyor, hurafe ve masallar inançlara galebe çalıyor, sonunda insanlar bu büyük kaynaktan tamamen uzaklaşıyorlar. Bunun üzerine yeni bir peygamber devrimi gerçekleşiyor. Bu peygamberlik devrimi köklü inancı yeniden ortaya çıkarıyor, bu inanca karıştırılan hurafeleri temizliyor, ayrıntılar ile ilgili hükümlerde İslâm ümmetinin yeni şartlarını ve gelişme düzeyini gözönünde bulunduruyor.

_Ortada insanların sığınacakları değişmez bir ölçü, başvurabilecekleri bir son söz mutlaka bulunmalıdır. Bunun yanısıra bu ölçü mutlaka insan dışı bir kaynağın eseri olmalı, bu son söz, mutlaka insan ihtiraslarından, insan yetersizliğinden ve insan bilgisizliğinden etkilenmeyen adil bir hakimin sözü olmalıdır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 344-345, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

6 Ocak 2008 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 136

_Hayat, bu iki insan örneğini her zaman tanımaya devam edecektir. Bir yandan değer yargılarını, kriterlerini ve düşüncelerini yüce Allah'ın elinden alan, bu anlayış sayesinde hayat bataklığının, geçici dünya nimetlerinin ve basit ideallerin üzerine yükselen, böylece insanlıklarını gerçekleştirerek hayatın köleleri değil, efendileri olan müminleri tanıyacaktır. Bunun yanısıra hayat diğer insan tipini de tanıyacaktır. Yani dünya hayatının cazibesine kapılan, dünyanın geçici nimetlerinin ve değer yargılarının tutsağı olan, önlenemeyen ve dizginleri tarafından bataklığa sürüklenip de buraya saplandıkları için yukarıya çıkamayanlara da her zaman tanık olacaktır.

Müminler, basit şeylerin tutsağı olan bu kişilere yukardan bakmaya devam edeceklerdir. Bu zavallılar ne kadar geçici dünya nimeti ve dünya malı elde ederse etsinler, bu önemli değildir. Buna karşılık sözkonusu kişiler kendilerinin herşeye sahip olduklarına ve mü'minlerin her şeyden yoksun bırakıldıklarına inanacaklar ve bu inancın etkisi ile müminlere bazan acıyacaklar ve bazan da onları alaya alacaklardır. Oysa asıl alaya alınacak ve asıl acınacak kimseler kendileridir.

_“İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm vermek için peygamberler ile birlikte hakk içerikli kitap indirdi. Ancak kitap verilenler, kendilerine açık deliller geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden bu kitap hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bu arada Allah'ın izni ile mü'minleri, kâfirlerin üzerinde anlaşmazlığa düştükleri gerçeğe iletti. Zaten Allah dilediği kimseleri doğru yola iletir.(bakara 213 meali)”

_İşte insanlığın ortak hikâyesi. İnsanlar aynı yolu izleyen, aynı düşünceyi benimseyen tek bir ümmet halinde yaşıyorlardı. Burada belki de Hz. Adem ile Havva'dan ve bunların çocukları ile torunlarından oluşmuş olan küçük çaptaki ilk insan toplumuna, bu toplumun henüz düşünce ve inanç farklılıklarının baş göstermeden önceki haline işaret ediliyor.

_Farklı olmak, uyuşmazlığa düşmek insanların doğasının, temel karakterinin sonucudur. Çünkü bu farklılık, bu uyuşmazlık, insanlığın yeryüzü halifeliği ile görevlendirilişinin arkasında saklı duran yüce hikmeti gerçekleştiren temel yaratılış ilkelerinden birini oluşturur. Bu halifelik misyonu çeşitli görevlerin yerine getirilmesini, buna bağlı olarak her türden farklı yeteneklerin varolmasını gerektirir. Böylece insanlar hep birlikte birbirlerini tamamlayacak, sıkı bir işbirliği gösterecek ve bunun sonucunda yüce Allah'ın ezeli bilgisi ile tasarlanan evrensel karar uyarınca halifelik ve dünyayı ma'mur kılma alanındaki evrensel fonksiyonlarını yerine getirebileceklerdir. O halde sözkonusu görev farklılıklarını karşılayacak çeşitlilikte hünerlerin olması, farklı ihtiyaçları karşılayacak oranda değişik yeteneklerin bulunması gerekir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 342-344, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

5 Ocak 2008 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 135


_Dünya hayatı kâfirlere cazip görünür. Bunlar müminler ile alay ederler. Oysa Allah'ın azabından sakınanlar, Kıyamet günü, kâfirlerden üstün konumdadırlar. Allah dilediğine hesapsız olarak rızık verir.(bakara-212 meali)

Gerçekten şu dünya hayatı basit nimetleri ve küçük amaçlı uğraşları ile kâfirlere cazip görünür. Onlar bu cazibeye kapıldıkları için dünya hayatına takılıp kalırlar, onu aşamazlar, bakışlarını onun ötesinde bir şeye yöneltmezler, onun değerleri dışında kalan değerleri bilmezler. Şu dünya hayatının sınırları önünde dikilip kalan kimselerin düşüncelerinin, müminin kafa yorduğu yüce ideallerin düzeyine yükselmesi, müminin bakışlarını diktiği uzak ufuklara göz atması mümkün değildir.

Mümin, dünya hayatının tüm nimetlerini küçümseyebilir. Fakat bu küçümseme sözkonusu nimetlere yönelik bir çaba eksikliğinden, bir enerji yetersizliğinden ya da bu hayatı geliştirip ilerletmeyi umursamayan, olumsuz bir bakış açısından kaynaklanmaz. Fakat müslüman, yeryüzündeki halifelik görevlerini yerine getirmekle, uygar ve bayındır bir dünya uğruna sürekli çaba harcamakla, gelişme ve bol üretim hedefleri peşinde ter dökmekle birlikte bu hayata yukardan bakar. Hayatın, bu geçici nimetlerden daha önemli ve daha değerli ideallere adar Hayatını, yeryüzünde ilâhî sistemi yerleştirme, insanlığı şimdi yaşadığından daha gelişmiş ve daha mükemmel bir düzene ulaştırma, yüce Allah'ın sancağını yeryüzünün ve insanların kısır amaçları üzerine dikme amacına adar. Bu sayede insanlar bu sancağı o yüksek yerinde dalgalanırken görsünler ve bakışlarını basit ve sınırlı realitenin ötesine diksinler ister. O basit ve sınırlı realite ki, imanın sunduğu hedef yüceliğinden, ideal büyüklüğünden ve geniş bakış açısından yoksun kalan kimseler sırf onun uğruna yaşarlar.

Yeryüzünün bataklığına saplanmış, dünya kaynaklı hedeflerin tutsağı olmuş basit insanlar müslümanlara bakınca onların, kendilerini içine saplandıkları bu bataklıkla, bu çirkefle, bu basit nimetlerle başbaşa bırakarak sırf kendilerini özgü olmayan, fakat tüm insanlığı ilgilendiren, sırf şahısları için değil, asıl inançları için önemli olan büyük idealler peşinden koştuklarını görürler, aynı zamanda bu idealler uğruna birçok sıkıntılara katlandıklarını, birçok acılara göğüs gerdiklerini, basit insanların gözünde hayatın özü ve en yüksek amacı olan dünya hazlarından kendilerini yoksun bıraktıklarını gözlerler. Bu durumda ruhsuz kimseler, müminleri görünce onların yüce ideallerini kavrayamazlar. Bunun üzerine onları alaya alırlar. Müslümanların durumlarını alaya alırlar, düşüncelerini alaya alırlar, gittikleri yolu alaya alırlar!

"Dünya hayatı kâfirlere cazip görünür. Bunlar müminler ile alay ederler."

Fakat kâfirlerin kullandıkları bu ölçü, bu kriter; gerçek ölçü, gerçek kriter değildir. O kâfirliğe özgü bir ölçüdür, cahiliye ölçütüdür. Gerçek ölçü ise yüce Allah'ın yanındadır. Yüce Allah da müminlere kendi ölçüsüne göre taşıdıkları ağırlığı şöyle duyuruyor:

"Oysa Allah'ın azabından sakınanlar, Kıyamet günü, kâfirlerden üstün konumdadırlar."

İşte yüce Allah'ın elindeki gerçek ölçü budur. Müminler, bu ölçüye göre belirlenecek olan gerçek değerlerini bilmenin gönül huzuru içinde aptalların beyinsizliğini, alaya alanların alaylarını ve kâfirlerin değer yargılarını umursamaksızın bildikleri yoldan gitmeye devam etsinler. Onlar, doğrudan doğruya en yetkili hakimin, yani yüce Allah'ın tanıklığı ile Kıyamet günü, son hesaplaşma gününde ve her zaman kâfirlerden üstündürler.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 340-342, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

4 Ocak 2008 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 134

_Acaba onlar bulut gölgeleri arasından Allah'ın ve meleklerin tepelerine inmesini ve böylece işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Oysa bütün işlerin çözümü Allah`a götürülecektir.(bakara 210 meali)

Buradaki soru aslında olumsuzluk belirten ve onaylamayan bir ifade biçimidir. Onaylanmayan, kabul görmeyen, hoş karşılanmayan şey ise tüm varlıkları ile barışa girmeye yanaşmayan, bu konuda tereddütlü davrananların bekleyiş sebebidir. Onları bu çağrıya olumlu karşılık vermekten alıkoyan sebep nedir? Ne bekliyorlar? Gözledikleri nedir? Sanki bunlar "Allah ve melekler bulut gölgeleri arasından tepelerine ininceye" kadar bu tereddütlü tutumlarını devam ettirecek gibidirler. Başka bir deyimle acaba bunlar vadedilen korkunç gün gelinceye kadar inatlarını sürdürüp bekleyecekler mi? O korkunç gün ki, yüce Allah o gün kendisinin bulutlar arasından çıkageleceğini, meleklerin saf halinde ortaya çıkacağını, Allah'ın izin verdiği ve doğru sözlü kimseler dışında hiç kimse ile konuşmayacaklarını haber veriyor.

_"Sor İsrailoğulları'na; kendilerine nice açık ayetler, deliller sunduk."(bakara 211 mealinden…)

Buradaki soru karşı taraftan cevap bekleyen normal soru olarak kabul edilmemelidir. O, Kur'an'a özgü anlatım özelliğidir. Amacı yüce Allah'ın yahudilere sunduğu ayetlerin ve gösterdiği mucizelerin çokluğunu hatırlatmaktır. Bu ayetler ve olağanüstülükler kimi zaman yahudilerin inadı ve isteği üzerine ve kimi zaman da doğrudan doğruya yüce Allah'ın inisiyatifi ile, belirli bir hikmete dayalı olarak sunulmuştur. Fakat bu mucizelerin çokluğuna rağmen yahudiler yine de tereddüde düşmüşler, inatlarından vazgeçmemişler, ayak diremişler ve imanın gölgesi altına aldığı barışa girmeye yanaşmamışlardır. İşte ayet, soru üslubu ile bu nankörlüğü vurguluyor.

_İnsanlık bu nimeti ne zaman değiştirdi ise daha Ahiretteki azapla karşılaşmadan önce dünyadayken bu ağır azaba uğramışlardır. Bunun böyle olduğunu anlamak için yeryüzünün her yanında yaşayan bahtsız ve zavallı insanlığın haline göz atmamız yeterlidir. Bu insanlar ağır bir azabın pençesinde kıvranıyorlar, her an başka bir yıkımla ve uğursuz gelişme ile karşılaşıyorlar, endişe ve şaşkınlığın sürekli acısını yaşıyorlar, birbirlerini acımasızca kırıyorlar, bir kısmının da psikolojik yapıları ve sinir sistemleri tahrip oluyor. Sonu ölüm olan ruhi boşluk ve psikolojik yıkım olan kararsızlık ve emniyetsiz bir ortamda cemiyet ferdin, fert de cemiyetin kuyusunu kazıyor. Bu öldürücü ruhi boşluğu medeni dünya kimi zaman alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler ile kimi zaman da bazı acayip hareketler ile doldurmaya kalkışıyor. Eğer onları bu hareketleri yaparken görecek olursan onların kendilerini kovalayan hayaletlerin önünde kaçmakta olduklarını zannedersin!

Bu ruhi boşluğun tutkunu olan zavallı insanların tuhaf kılıklarına ve zoraki benimsenmiş görüntülerine bir göz atalım: Kimi saçını yana yatırmış, kimi göğsünü açmış, kimi eteğini yukarıya kaldırmış, kimi bir hayvanı canlandıran acaip bir şeyi başına geçirmiş, kimi boynuna kaplan ve fil resmi işlemeli kolye takmış, kimi üzerine arslan ya da ayı figürü ile boyalı bir tişört giymiş!(geçen örneklerden bazılarına aynen katılıyoruz ancak, mesela boyalı tişört giymenin ne gibi bir sakıncası olduğunu anlayamadım, galiba seyyid kutub amerika’daki gözlemlerinden etkilenerek biraz önyargılı bir yaklaşım getirmiş_s.z.)

Bir de bu zavallıların bazı şenlik ve törenlerde sergiledikleri çılgın danslara, baş döndürücü şarkılarına, yapmacık görüntülerine ve abartmalı, gülünç süslerine bakmalı. Zavallıların işi-gücü gülünç anormallikleri ile dikkatleri çekebilmek ya da rezil edici bir orjinallikle gönüllerini hoş tutmaktan ibaret.

Bir de bu zavallıların mevsimden mevsime, hatta sabahtan akşama baş döndürücü bir hızla arzularının, eşlerinin, dostlarının ve modalarının değişmesine göz atmalı.

Bütün bu tuhaflıklar barıştan ve tatmin olma duygusundan yoksun öldürücü bir şaşkınlığı ortaya koyar. Bu zavallıların kaçıp kurtulmak istedikleri somut bıkkınlık halini, boş vicdanlarından ve paniğe kapılmış ruhlarından "kaçış"larını kanıtlar. Sanki cinler ve hayaletler tarafından kovalanıyorlarmış gibi bir panik içinde kendilerinden kaçıyorlar.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 337-340, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince