__________bismillahirrahmanirrahim__________

rahman ve rahim olan, esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla

31 Ekim 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 69


_"(Bu peygamber) size ayetlerimizi okuyor."

"Buna göre o size ne okuyorsa haktır, gerçektir." Bu cümleciğin bize düşündürdüğü diğer bir incelik, yüce Allah'ın kullara kendi kelâmı ile, bu kelâmın onlara peygamberi tarafından okunması sureti ile hitap etmesinin ne büyük bir bağış olduğuna dolaylı biçimde değinilmiş olmasıdır. Gönül, bu bağışın derinliğine inebildiği takdirde karşısında tiril tiril titrer. Kimdir bu insanlar? Necidirler ve nedirler ki, yüce Allah onlara kendi kelimeleri ile hitap ediyor, onlarla kendi sözleri ile konuşuyor, kendilerine bu yüksek ilgiyi lâyık görüyor? Eğer yüce Allah'ın bağışlayıcılığı olmasaydı, eğer bu bağışlayıcılık sürekli akan bir nehir gibi kesintisiz olmasaydı ve eğer Allah, başlangıçta onların yaratılış hamuruna ruhundan bir soluk üfleyerek kendilerini bu nimete yetenekli, bu bağışa kucak açan bir oluşumla donatmamış olsaydı bu insanlar kim ve neci olabilirdi ki?(bu ifadeleri tam olarak anlayamadım, sadece aktarıyorum_s.z.)

_Bu peygamber onların ruhlarını Allah'a ortak koşma (müşriklik) lekesinden, cahiliye pisliğinden, insan ruhunu baskısı altında ezen, onu çürüten sakat düşüncelerin kirinden arındırıyor. Bu peygamber, insanları aşırı arzuların, doyumsuz ihtirasların ve içgüdülerin iğrençliklerinden kurtarıyor da bu sayede ruhları yaratılış mayalarını oluşturan çamura geri dönmüyor. Dünyanın neresinde ve tarihin hangi döneminde yaşarlarsa yaşasınlar, İslâm tarafından ruhları arındırılmamış olan insanlar, tümü ile doyumsuz ihtirasların ve içgüdülerin, kokuşmuş, insanın insanlığı ile alay eden ve doğuştan aşağılığa mahkûm olan hayvanlardan daha aşağı bir durumda oldukları halde leş bataklığına doğru yuvarlanırlar. Hayvan bile imansız insanın yuvarlandığı bu kokuşmuş bataklıktan daha temiz bir düzeydedir.

Öteyandan bu peygamber, insanların oluşturduğu toplumu faizden, haramdan, hileli kazançtan, soygunculuktan ve yağmacılıktan arındırıyor. Bu saydıklarımızın hepsi ruhları ve duyguları kirleten, toplumu ve sosyal hayatı lekelendiren birer pisliktir. Bu peygamber insanların hayatını zulümden, haksızlıktan arındırarak insanlar arasında pırıl pırıl ve berrak adaleti yayıyor. O adalet ki, insanlık ondan, İslâm egemenliği ve himayesi altında, İslâmî bir toplum düzeni içinde yararlandığı kadar hiçbir düzende ve ortamda yararlanmış değildir. Yine bu peygamber insanları çevrelerindeki her yörede ve İslâm ruhu, temiz-pak İslâm düzeni ile arınmamış her toplumda egemen olan cahiliyenin yüzünü karartan diğer bütün pisliklerden ve iğrençliklerden temizliyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 211-212, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

30 Ekim 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 68

_Kıble ile ilgili emrin bu ayetlerdeki her tekrarlanışında yeni bir mana ile karşılaşıyoruz. Mescid-i Haram'a doğru dönmeyi buyuran ilk emir, bakışlarını ısrarla göğe çevirme ve Rabbine sessizce yakarma döneminin arkasından Peygamberimizin arzusunun yerine getirilmesi anlamı taşırken, bu emrin ikinci kez tekrarlanışı, bu kıble değişikliğinin O'nun arzu ve yakarışı ile uyumlu, Rabbinden kaynaklanan bir gerçek olduğu anlamına geliyor. Bu emrin üçüncü kez tekrarlanışının altında ise müslüman olmayanların olumsuz propaganda gerekçelerini ortadan kaldırma, gerçek ile delil önünde durmayan pervasızların tutumunu kınama amacı yatmaktadır.

biz bu emir tekrarının arkasında şöyle bir amacın da güdüldüğünü seziyoruz: Anlaşılan müslümanların içine düştükleri psikolojik durum bu tekrarlamayı, bu vurgulamayı, bu açıklama girişimini ve bu gerekçelendirmeyi gerektirir nitelikteydi. Bu da kafaları karıştırıcı söylenti ve asılsız iddia kampanyasının büyük çapta olduğunu ve bir kısım müslümanların vicdanları ile kalplerini etkilediğini kanıtlar. İşte Kur'an-ı Kerim o günlerde bu etkiyi silmeye çalışıyordu. Nitekim, daha sonra günümüze kadar uzanan zaman boyunca durulma, yumuşama ve gevşeme nedir bilmeksizin devam eden bu amansız savaşta müslümanların içine düştükleri benzer psikolojik sarsıntıların tedavisini de sürekli olarak elimizdeki aynı Kur'an ayetleri üstlenmiş, gerçekleştirmiştir.

_(bakara 151-152 tefsirinde…)

Bu ayette dikkatlerimizi en çok çeken nokta şudur: Burada Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail ile birlikte Kâbe'yi inşa ederken yapmış olduğu ve bu surenin daha önceki ayetlerinden birinde açıklanan dua aynı sözlerle tekrar ediliyor. (Hz. İbrahim'in, soyundan gelecek olanlara kendi ailesinden bir peygamber göndermesini, bu peygamberin onlara Allah'ın ayetlerini okumasını, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğretmesini, kendilerini kötülüklerden arındırmasını dileyen duasını kasdediyoruz.)

Bu tekrarlama, müslümanlara kendi aralarından bir peygamber gönderilmesinin ve onların müslüman olarak varolmalarının, ataları Hz. İbrahim'in bu duasının dolaysız ve eksiksiz biçimde Allah tarafından kabul edilişi anlamına geldiğini hatırlatma amacı taşır. Hz. İbrahim'in duası ile Peygamberimiz dönemindeki İslâmi hareket arasında kurulan ilişki çok derin ve düşündürücü anlamlar içerir. Bununla müslümanlara anlatılmak isteniyor ki; varoluşları ve hareketleri sonradan ortaya çıkma birşey değil, tersine eskiye dayalı ve köklü bir olaydır. Kıbleleri de türedi bir kıble değil, ataları Hz. İbrahim'in kıblesidir. Yüce Allah'ın kendilerine yönelik bu kapsamlı, nimetine gelince bu da O'nun bizzat dostu Hz. İbrahim'e vaadetmiş olduğu ve o çok eski tarihte vermeyi taahhüt etmiş bulunduğu nimettir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 210-211, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

29 Ekim 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 67


_Ayrıca bu kıble değişiminin yüce Allah'dan gelen bir gerçek olduğu vurgulanarak bu gerçeğe kesinlikle uyulması konusunda gizli bir uyarıya yer veriliyor. "Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir." cümlesinin içerdiği bu gizli uyarıdan, Peygamberimizin yanındaki bazı müslümanların kalplerinde bu vurgulamayı ve bu ağır uyarıyı gerektiren bir durum olduğunu seziyoruz.

_(bu kısmı kesmeden aktarıyoruz_s.z.)

delil ve mantık önünde eğilmeyerek, kör inatlarının ve bağnazlıklarının peşinden sürüklenmeyi tercih eden "zalimler"in iddiaları küçümseniyor. Böylelerini susturmanın hiçbir yolu yoktur. Onlar bağnazlıklarını sürdüreceklerdir. Fakat müslümanlara zarar dokundurmaları sözkonusu değildir.

"Onlardan korkmayınız, benden korkunuz."

Yani "Ey müslümanlar, böylelerinin üzerinizde hiçbir egemenlikleri yoktur; size hiç bir şey yapamazlar. Buna göre onların sözlerini kafanıza takarak benim size gönderdiğim talimatlardan sapmaya kalkışmamalısınız; çünkü dünya ve Ahiretinize yön vermek benim elimde olduğu için benden korkmanız gerekir, başkalarından değil." Ayetin bu bölümünde "zalimler"in konumu hafife alındıktan ve yüce Allah'ın azabı konusunda uyarı yapıldıktan sonra O'nun nimetleri hatırlatılmakta ve ilâhi çağrıya olumlu cevap verip bu yolda sebat ettiği takdirde, müslüman ümmete, bu nimetlerin arttırılarak devam ettirileceği ümidi aşılanmaktadır:

"O tarafa yönelin ki, size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız."

Bu ifade hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme, büyük bir bağışın ardından gelen yeni bir büyük bağışın haberci pırıltısıdır. Yüce Allah'ın müslümanlara hatırlattığı nimet somut biçimde karşılarında duruyordu. Onu kendi üzerlerinde algılayabiliyor, pratik hayatlarında algılayabiliyor, toplum yapılarında algılayabiliyor, yeryüzündeki durumlarında algılayabiliyor ve evrendeki konumlarında algılayabiliyorlardı.

Çünkü onlar, karanlığı, iğrençliği ve cehaleti ile daha önceki cahiliye dönemini kendileri yaşamışlar, arkasından imanın aydınlığına, temizliğine ve bilgisine geçmişlerdi. Bu yüzden bu yeni nimetin üzerlerindeki etkisini, belirgin ve köklü biçimde görüyorlardı.

Onlar cahiliye döneminde birbirinin kanına susamış, bölük-pörçük kabileler halinde yaşıyorlardı. Hedefleri basit, idealleri sınırlı idi. Sonra bu inanç sisteminin sancağı altında birliğe, güçlülüğe, Sarsılmazlığa, yüce amaçlara, rakip kabileden öç almaya değil, bütün insanlığın geleceği ile ilgili büyük ideallere geçtiler. Buna göre, Allah'ın bağışladığı nimetin izlerini, etkisini kendi üzerlerinde olduğu kadar çevrelerinde de görüyorlardı.

Onlar cahiliye döneminde yıkılış halinde, kirli, düşünceleri karma-karışık ve değer yargıları sarsılmış bir toplumda yaşamış kimselerdi. Sonra temiz, yüce, düşünce ve inançları belirgin, değer yargıları ve kriterleri oturmuş İslâm toplumuna geçtiler. Bu yüzden sözkonusu nimetin izlerini, etkisini kalplerinde ve komşuları olan milletler arasındaki yeni konumlarında olduğu kadar, sosyal hayatlarında da görüyorlardı.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 208-209, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

28 Ekim 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 66

_Hem Peygamberimizin zamanındaki yahudi söylentilerinden ve kandırmacalarından etkilenen müslümanlar ve hem de daha sonraki dönemlerde yaşayan ve kendi dönemlerinin yahudi ya da diğer kâfirlerin asılsız propagandalarından etkilenen müslümanlar bu kategoriye girer.

Bugün herkesten çok bizler bu uyarıya kulak vermek mecburiyetindeyiz. Zira -eşine rastlanmamış bir aptallıkla gidiyor, yahudi, hıristiyan veya komünist kâfirlerin müsteşrik (Doğu bilimciler) denen İslâm düşmanlarından dinimizin meseleleri hakkında fetva soruyor, tarihimizi öğreniyor, kültürümüz hakkında söylediklerine inanıyoruz; gerek Kuran'ımız, gerek Peygamberimizin hadisleri ve gerekse büyüklerimizin hayat hikâyeleri ile ilgili araştırmalarına sokuşturdukları sinsi kuşkulara kulak veriyoruz; Onlara, İslâm bilimleri öğrenerek üniversitelerinden mezun olduktan sonra kafaları ve kalpleri zehirlenmiş olarak tekrar bize dönsünler diye grup grup öğrenci gönderiyoruz.

Bu Kur'an, bizim Kur'an'ımızdır... İslâm ümmetinin Kur'anı! Yüce Allah bu kitapta, bu ümmetin yapacağı ve sakınacağı şeyleri açıklıyor. Ehl-i Kitap; aynı Ehl-i Kitap, kâfirler; aynı kâfir ve din de aynı dindir!

_Kur'an-ı Kerim, müslümanları, yahudiler ile hıristiyanların sözlerine kulak asmamaya, onların yönlendirme girişimleri ile oyalanmamaya çağırıyor; onlara kendilerine özgü yolda sebatla ilerlemeyi ve yöneldikleri kendilerine has yoldan geriye dönmemeyi, her zümrenin seçtiği bir yön olduğuna göre hiç kimsenin oyalama taktiklerine aldırmaksızın hayırlı işlerde birbirleriyle yarışmayı telkin ediyor. Zira sonunda hepsi kendilerini biraraya toplayıp davranışlarının karşılığını vermeye kadir olan yüce Allah'ın huzuruna varacaklardır.

_"Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna göre hayırlı işlerde birbiriniz ile yarışa girişin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere getirecektir. Hiç şüphesiz, Allah herşeye kadirdir."(…bakara-148)

_alıntılar: 1. cilt, sayfa 207, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

27 Ekim 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 65


_Allah tarafından belirlenen bu kıblesinin sembolize ettiği ilâhi düzenden başka hiçbir düzenin peşinden gitmeyecektir. Müslüman kaldıkça takınabileceği tutum budur. Eğer böyle yapmazsa İslâm ile hiçbir ilgisi kalmaz; o zaman "müslümanım" demesi kuru bir iddiadan ibaret kalır.

_"Sana gelen bu bilgiden sonra eğer onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle zalimlerden olursun."(…bakara-145)

_yüce Allah'ın hidayetine ve yönlendirmesine bağlı kalmak, başkalarından farklı olmak, Allah'a itaatten ve O'nun önerdiği yaşama düzeninden başka her şeyden sıyrılmak, uzak kalmaktır. İlâhî hitabın bu kadar kesin, sert, açık-seçik ve uyarıcı olması bundan dolayıdır.

"O zaman kesinlikle zalimlerden olursun."(…bakara-145)

Gidilecek olan yol gayet belirli ve dosdoğrudur. Ya yüce Allah'ın katından gelen bilgiye ya da -kim olursa olsun- O'nun dışındakilerin arzu ve ihtiraslarına uyulacak. Müslüman, Allah'tan başkasından direktif alamaz... Müslüman, kesin bilgiyi bir yana bırakarak değişken arzu ve ihtiraslara uyamaz... Allah'tan gelmeyen her direktif, hiç tereddütsüz, arzu ve ihtirastır.

Hiçbir zaman unutmamamız gereken bu uyarının şiddeti bize aynı zamanda şunu da düşündürüyor: Müslümanlar, yahudilerin yanıltıcı propaganda ve çeşitli sinsi oyunlarından o derece etkilenmişlerdi ki yüce Allah bu derece sert bir uyarıda bulunma gereği duydu.

_Yahudiler ile hıristiyanlar, Peygamberimizin getirdiği mesajların kesinlikle doğru olduğunu, kıble değişimi ile ilgili mesajının da bu nitelikte olduğunu bildiklerine, fakat onlardan bir grubun kesinlikle bildikleri bu gerçeği saklı tuttuklarına göre, bu durum karşısında müslümanların tutacağı yol, yahudiler ile hıristiyanların yaydıkları asılsız söylentilerin ve yalanların etkisi altında kalmak değildir. Yine müslümanlar sadık ve güvenilir Peygamberleri tarafından kendilerine tebliğ edilen dinlerinin herhangi bir meselesinde ağızlarına bakacakları kişiler kesin olduğunu bildikleri gerçeği gizleyen hıristiyan ve yahudiler olamaz!..

_ alıntılar: 1. cilt, sayfalar 205-206, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

26 Ekim 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 64

_"Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin."(…bakara-144)

Yani; "Yeryüzünün neresinde bulunursanız bulunun Kabe'ye çevirin yüzünüzü." Yurtlarının farklılığına, yönlerinin değişikliğine; ırklarının, dillerinin ve deri renklerinin başkalığına rağmen, bu ümmeti aynı noktada toplayıp birleştiren tek bir kıble. Doğusundan Batısına kadar yeryüzünün her tarafına yayılmış tek bir ümmetin yöneldiği, bunun sonucu olarak kendisini aynı hedefe yönelmiş, aynı yaşama düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye çalışan bir tek organizma ve bir tek varlık olarak hissetmesini sağlayan tek bir kıble. Gerçekleştirilmesine çalışılan bu hayat düzeni; bu ümmetin tümü ile tek bir İlâha kulluk etmesinin, tek bir peygambere inanmasının ve tek bir kıbleye yönelmesinin ürünüdür.

_Onlar hiçbir delil ile ikna olmazlar. Çünkü onların yoksunu oldukları şey delil değil samimiyet, nefsin arzularından arınmışlık ve öğrenecekleri gerçeğe teslim olma yeteneğidir.

_onlar, nefsin arzularının yönlendirdiği, menfaatlerinin körüklediği ve kinlerinin bilediği kör bir inatçılığın tutsağıdırlar. Çoğu saf kimseler, yahudiler ile hıristiyanların, İslâm'ı bilmedikleri ya da bu din onlara inandırıcı bir biçimde sunulmadığı için ona inanmadıklarını sanırlar. Bu asılsız bir vehimdir. Tersine onlar İslâm'ı bildikleri için onu istemiyorlar. İyi bildikleri bu dinin, onların rnenfaatlerine ve saltanatlarına dokunacağından korktukları için ona karşıdırlar. İslâm'a karşı bunca ardı-arkası gelmez, sürekli oyunlar ve komplolar düzenlemeleri, bunun için değişik yollar ve usuller denemekten geri durmayışları, kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı yollardan giderek bu kirli oyunlarını ve düşmanlıklarını sürdürmelerinin nedeni budur. Bu yüzden de İslâm ile yaptıkları savaşı bazen karşı karşıya gelerek bazan da perde arkasından sürdürüyorlar. Kimi zaman bizzat kendileri savaşa giriyorlar, kimi zaman da herhangi bir bahane ile İslâm'a karşı savaşa girişerek kendilerine uşaklık eden sözde müslümanları piyon olarak kullanıyorlar. Onların tüm saldırıları her zaman ve her yerde yüce Allah'ın Peygamber efendimize yönelik şu uyarısının işaret ettiği nokta doğrultusundadır:

"Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar."(…bakara-145)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 204-205, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

25 Ekim 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 63


_Bu ümmetin, kendisine yüce Allah tarafından bağışlanmış olan bu konumunu günümüzde de sürdürmesinin önüne dikilen tek engel, yüce Allah'ın kendisi için seçmiş olduğu hayat tarzını bir yana bırakarak, yüce Allah'ın seçtiği ile hiç ilgisi olmayan çeşitli yaşama biçimlerini benimsemiş olması; yüce Allah, onun sırf kendi rengine boyanmasını istemesine rağmen, aralarında ilâhi rengin daha işin başında dışlandığı birçok renklerle boyanmış olmasıdır.

_Yüce Allah bu ümmetin sırf kendisine bağlanmasını, cahiliye döneminin bütün ilişkilerinden ve kalıntılarından kurtulmasını, bütün eski özelliklerinden ve bütün maziye gömülmüş arzularından arınmasını; cahiliye döneminde giydiği bütün şatafatlı kılıklardan, o günlerde taşıdığı bütün ideallerden sıyrılarak içinde sadece İslâm idealinin kalmasını, bu ideale başka herhangi bir idealin karışmamasını, bilgi kaynağının teke inmesini ve bu kaynağa başka hiçbir kaynağın ortak olmamasını istiyor.

_acaba kimler O'na Allah'ın Resulü olduğu için uyuyor ve kimler Beytülharam'ın kıble olma niteliğini sürdürdüğü ve böylece ırk, kavim, eski mukaddesat bilincinin etkisi altında bulunanların vicdanlarını rahatlattı diye peşinden gidiyor? Allah, bu iki zümreyi birbirinden ayırd etmeyi dilemişti.

Üzerinde durduğumuz bu nokta son derece ince ve duyarlı bir noktadır. İslâm inancı, kalpde herhangi bir ortağın varlığına katlanamaz; kendi tek ve belirgin idealinden başka hiçbir ideali kabul etmez; ne şekilde olursa olsun, cahiliye döneminin, büyük-küçük, herhangi bir kalıntısı, kırıntısı ile birarada bulunmaya razı olmaz.

_Ayrıca yüce Allah duygusal kalıntılardan sıyrılmanın, insan nefsi ile bağı bulunan her türlü özellikten ve idealden arınmanın son derece zor bir iş, ağır bir girişim olduğunu, bunu yapabilmek için imanın kalbi kayıtsız-şartsız egemenlik altına alması gerektiğini ve bunlara ek olarak bizzat kendisinin, bu girişiminde kalbe yardım ederek onu bu hedefe iletmesinin, bu başarıya ulaştırmasının şart olduğunu, kuşkusuz bilmektedir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 199-201, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

24 Ekim 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 62

_Bu ümmet, bütün insanlığa örnek olan orta yolu benimsemiş bir ümmettir. Buna göre, insanlar arasında adaleti ve hakkaniyeti egemen kılar, onların benimseyecekleri kriterleri ve değer hükümlerini ortaya koyar, onlar arasında görüşünü açıklayınca esas alınan görüş bu olur, insanların değer yargılarını, düşüncelerini, geleneklerini ve sloganlarını ölçüye vurur ve bunlar hakkında "Bu doğrudur, bu yanlıştır" diyerek son ve kesin sözü söyler. Yoksa bu ümmet, insanların tümüne örnek olması, onlar arasında adaleti hakim kılması gerekirken düşüncelerini, değer yargılarını ve kriterlerini yönlendirmekle yükümlü olduğu diğer insanlardan biri olamaz.

Bu ümmet böylece bütün insanlığa örnek olurken kendi örneği de Allah Resulü olacaktır. Buna göre Peygamber, onun kriterlerini, değer yargılarını belirleyecek, davranışlarını ve geleneklerini hükme bağlayacak, yaptığı her işi tartıya vurarak onun hakkında son sözü söyleyecektir. Bu ayet bu ümmetin mahiyetini ve görevini böylece belirliyor ve kendisine görevini ve konumunu tanımayı, büyüklüğünün bilincine varmayı, rolünü gerçek boyutları ile değerlendirmeyi ve bu rolü oynamaya yaraşır biçimde hazırlıklı olmayı öneriyor.

_Düşünce ve inanç alanlarında "vasat (orta yolu benimseyen)" bir ümmet. Yani ne maddeden soyutlanmış bir maneviyatçılık ne de maddeyi tek gerçek olarak gören materyalizm gibi dengesiz bir aşırılığa girmez. Bunun yerine "ruha sarılmış ceset" ya da "cesede yapışmış ruh" esprisinde sembolleşen fıtri dengeye bağlı kalır. Enerji odakları çift kutuplu yapıya her çeşitten gıdasını tam olarak verir. Bir yandan hayatı koruyup devam ettirmeye çalışırken aynı zamanda ruhen geliştirip düzeyini yükseltmeye çabalar. Arzular ve eğilimler dünyasındaki her gelişmeyi ifrata ve tefrite (başıboşluğa ve aşırı baskıya) kaçmadan ölçülü, uyumlu ve dengeli bir biçimde serbest bırakır.

Sosyal düzenleme ve koordinasyon alanında "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet. Yani, hayatı tümü ile ne duygulara ve içgüdülere ve ne de kanunlara ve cezalara bırakır. Bunun yerine bir yandan eğitim ve yönlendirme yolu ile insan duygularının düzeyini yükseltirken öte yandan da kanunlar ve cezalar aracılığı ile toplum düzenini güvenceye bağlar. İnsanlar arasında bir denge kurar. Bunun sonucu olarak insanları ne sultanın, diktatörün kamçısına ve ne de vicdanlarının başıboş sesine teslim eder, bunun yerine bu ikisi arasında uyumlu bir sentez kurar.

İnsanlararası ilişkiler ve karşılıklı bağlar alanında "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet". Yani ne ferdin kişiliğini ve bu kişiliğin dayanaklarını ortadan kaldırarak onun benliğini toplumun ya da devletin kişiliğinde eritir ve ne de ferde kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, bencil ve muhteris bir kişi olma serbestliği tanır. Bunun yerine, toplumda hareketliliği ve gelişmeyi sağlayan bireysel enerjileri ve iç dürtüleri, aynı zamanda ferdin kişiliğini ve kendine özgü yapısını gerçekleştirmeye yarayan içgüdüleri ve yetenekleri serbest bırakır. Sonra da aşırılıklara, set çeken tedbirlerini yürürlüğe koyar. Fertte topluma hizmet etme arzusu uyandıran iç özlemleri teşvik eder; hatta ferde, topluma hizmet etmeye zorlayan yükümlülükler ve görevler belirler. Kısacası bu ümmetin oluşturduğu toplum uyum ve koordinasyon halinde ferde güvence sağlar.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 198-199, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

23 Ekim 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 61


_İslâm'ın başka bir temel üzerinde değil de kendi esasları üzerinde, başka bir sosyal düzen etrafında değil de kendi sosyal düzeni etrafında, başka bir bayrak altında değil de kendi sancağı altında tüm insanlığın birleşmesini istemesi taassup değildir. İnsanlığı yüce Allah'a yönelmeye, en yüksek düşünce ve en sağlıklı sosyal düzen etrafında birleşmeye çağıran, ilahi nizamdan sapmış cahiliye bataklığında debelenmekte olan insanların oluşturacağı bir birliğe karşı çıkan kişi ya da sistem taassupla suçlanamaz; mutaassıp olarak görülse bile iyinin, doğrunun ve yararlının peşinde koşan bir taassuptur bu.

_Bu inanç sistemi, eksiksiz ve kapsamlı bir hayat düzenidir. Bu inanç mirasının varisi, yüce Allah'ın yeryüzündeki halifesi, insanların örneği ve bütün insanlığı Allah'a ulaştıran yolda kılavuz olmanın yükümlüsü olan bu ümmeti, diğerlerinden ayrı ve farklı yapacak olan şey bu hayat tarzıdır. İslâm ümmetine kişilik, yapı, hedef, ideal, bayrak ve kimlik ayrıcalığı sağlayacak olan, ona uğrunda yaratılarak insanlığın önüne çıkarıldığı dünya liderliği konumunu kazandıracak olan faktör, bu ilâhi düzeni sosyal hayatında gerçekleştirmek, uygulamaktır. Bu ümmet, bu sosyal düzeni pratik hayata geçirmedikçe hangi yaldızlı kılığa bürünürse bürünsün, hangi ideolojiye sarılırsa sarılsın, hangi bayrak peşinde koşarsa koşsun, karanlıklar içinde kaybolmaya, özelliklerini belirsizleştirmeye ve karakteristiklerini bilinmezliğin kucağına atmaya mahkûmdur!

_"İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler..."(bakara-142)

Bu cümlede kullanılan zaman kipinden şu nokta anlaşılabilir: Bu cümle birkaç ayet sonra ilân edilecek olan kıble değiştirme olayına zihinleri hazırlayıcı bir giriş ve yüce Allah'ın "beyinsizler" tarafından ortaya atılacaklarını önceden bildiği söylentilerin ve soruların daha baştan yolunu kesme girişimidir. Diğer bir ihtimale göre bu ayet, az önce okuduğumuz hadiste belirtilen bu söylenti ve sorulara, bunlar ortaya atıldıktan sonra verilen cevap olabilir. O zaman da sözkonusu beyinsizler tarafından söylentiler yayılacağının daha önceden takdir edildiğini, bu plânın önceden bilindiğini ve cevabının peşin olarak hazırlandığını düşündürmek için gelecek zaman kipi kullanılmış olur ki, bu normalinden daha etkili bir cevap verme yoludur.

_..."De ki; Doğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir"(bakara-142)

Evet, Doğu da Batı da Allah'a aittir. Buna göre ne tarafa dönülmüş olursa olsun, gerçekte O'na dönülüyor. Aslında yönlerin ve mekânların kendileri hiçbir üstünlük taşımazlar. Onları üstün yapan, onlara özellik kazandıran faktör, yüce Allah'ın onları seçmesi ve insanları onlara doğru yöneltmesidir. Allah dilediğini doğru yola iletir. Yüce Allah herhangi bir yönü kulları için seçip kıble olarak belirleyince o yön o zaman seçkinlik kazanır ve kullar ancak o yöne dönerek doğru yola varabilirler.

Böylece yüce Allah mekânlar ve yönler ile ilgili doğru düşünceyi, insanların direktiflerini hangi kaynaktan alması gerektiğini ve her durumda yüce Allah'a yönelmekten ibaret olan doğru yönelişin mahiyetini belirlemiş oluyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 195-198, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

22 Ekim 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 60

_İslâm, yüce Allah'ın zatını her türlü somutlaştırma düşüncesinden ve varlığını herhangi bir yöne bağlama varsayımından uzak tutmakla birlikte insan fıtratının sözünü ettiğimiz içgüdülerini, belirli ibadet amaçlı davranışlar aracılığıyla tatmin etmelerini sağlayan uygulamalar içerir. Bunun sonucunda insan kalbi, bedensel ve duygusal bütün varlığıyla, Allah'a yöneldiği sırada, aynı anda Kabe'ye doğru da yöneliyor. Böylece insan her ne kadar O'nun için yeryüzünün belirli bir yerini, kıble edinmiş olsa da mekâna sığması asla sözkonusu olmayan Allah'a yönelme olayında insanın iç ve dış güçleri arasında uyum ve birlik sağlanmış oluyor.

_müslüman olmayanların iç duygularım somut ifadeye kavuşturan kendilerine özgü karakteristiklerine özenme yasağı da bu sebebe dayanır. Onlara özgü hem duygusal hem de davranış plânındaki tutum ve gelenekleri taklit etmenin aynı ölçüde yasak olması gibi. Bu yasak ne kör bir taassup ve ne de basit bir şekil tutkunluğudur. Tam tersine şekilciliğin ötesini kavrayan derin bir bakış açısıdır; somut şekillerin arkasında saklanan iç faktörlere önem veren bir bakış açısıdır. Herhangi bir kavmi diğer bir kavimden, herhangi bir zihniyeti diğer bir zihniyetten, herhangi bir düşünce tarzını diğer düşünce tarzından, herhangi bir duygu bütününü diğer bir duygu bütününden, herhangi bir ahlâkı başka bir ahlâktan ve herhangi bir yaşama anlayışını diğer bir hayat anlayışından ayıran, farklı yapan şey işte bu temel iç faktörlerdir.

_İslâm, dış görünüş ve kıyafette başkalarına özenmeyi, hareketlerde ve davranışlarda taklitçiliği, konuşmada ve edep kuralları alanında yabancılara benzemeye kalkışmayı yasaklıyor. Çünkü bütün bu saydıklarımızın arkasında, bir düşünce tarzını öbüründen, bir hayat biçimini diğer hayat biçiminden ve bir toplumsal karakteristiği başka bir toplumsal karakteristikten ayıran o deruni bilinç saklıdır.

_düşüncelerini ve sosyal düzenlerini hangi kaynağa dayandıracaklardır? Geleneklerini ve toplumsal kurumlarını nereden alacaklardır? Eğer bunları yüce Allah'tan almazlarsa düzeylerini yükseltmek için görevlendirildikleri, kendilerinden aşağı konumda olan insanlardan ve toplumlardan almak durumunda kalacaklardır!

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 193-195, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

21 Ekim 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 59


_Kendine özgü ve başkalarından farklı olma müslüman cemaat için kaçınılmaz iki sıfattır. Düşünce ve inançta kendine özgü ve ayrıcalıklı olmak... Kıble ve ibadet biçiminde de kendine özgü ve ayrıcalıklı olmak. Kendine özgülük ve ayrıcalık bu alanların her ikisinde de aynı oranda gereklidir. Düşünce ve inanç alanında kendine özgü (orjinal) ve farklı olmanın gereği kolayca anlaşılabilir de bu gereklilik belki de kıble ve ibadet amaçlı davranışlar konusunda o kadar kolay bir şekilde algılanmayabilir. Bu yüzden burada ibadet şekillerinin değeri konusuna bir parça gözatmak istiyoruz.

Bu ibadet şekillerine, onları manevi içeriklerinden soyutlayarak ve insan psikolojisinin tabiatı ve onun etkilenme yollarına göz yumarak bakan kimse bunlara titizlikle sarılmayı bir tür kör taassup ya da şekilperestlik olarak görebilir. Fakat daha geniş bir bakış açısı, insan fıtratını tanımayı amaçlayan daha derinlikli bir kavrama gayreti, son derece önemli başka bir gerçeği keşfeder, ki o da şudur:

İnsanın somut bir beden ile soyut bir ruhtan oluşmuş olmasının sonucu olarak, insan psikolojisinde fıtrî olarak soyut karakterli iç duyguları somut karakterli görünür şekiller aracılığı ile ifade etme eğilimi vardır. Bu soyut duygular, duyu organları ile algılanabilir zahiri bir şekil bulmadıkça durulup istikrara kavuşamazlar. Bu duygular ancak bu yolla ifade imkanı bulurlar. Böylece iç dünyamızdaki gerçeklikler somut plâna da yansımış olur. Bu duygular ancak o zaman durulup istikrara kavuşabilirler. Ancak o zaman duygusal gerilimin elektriksel yükü tamamen boşalarak duygu dünyamız ile dış alemimiz arasında uyum meydana gelebilir. Ancak o takdirde duyguların esrarlıya ve bilinmeze yönelik ateşli arzusu ile somuta ve şekle dönük ateşli arzusu aynı anda rahatlatıcı bir tatmine kavuşmuş olur.

İşte İslâm, bütün ibadet amaçlı davranışlar sistemini, insan psikolojisinin bu fıtrî temeli üzerine oturtmuştur. Bu yüzden bu ibadet amaçlı davranışlar sadece niyetle, sırf ruhi yönelişle yerine getirilemez. Bu ruhî yönelişin, somut bir şekil bulması aranır. Bu somut şekil namaz ibadetinde ayakta durma (kıyam), kıbleye doğru durma, tekbir alma, Kur'an okuma, rükua varma ve secdeye kapanmadır. Hacc'da ise belirli bir yerden sonra ihrama girip belirli bir kılığa bürünme, sa'y etme, dua etme, telbiye getirme, kurban kesme ve traş olmadır. Böylece her ibadetin ayrı bir bütünü olduğu gibi bu hareketlerin her biri de ayrı bir ibadettir. Böylece, insan nefsinin dışı ile içi arasında uyum kurulmuş, onun güç odakları arasında koordinasyon meydana getirilmiş, insan fıtratının istekleri, yapısı ile bağdaşan bir yoldan gidilerek tatmin edilmiş olur.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 192-193, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

20 Ekim 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 58

_Başlangıçta kıble yönünün Kâbe'den Mescid-i Aksa'ya döndürülmesi, bu dersin aşağıdaki ayetinin işaret ettiği, eğitim amaçlı bir olaydı:

"Biz sırf Peygambere uyanları O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık."

Bilindiği gibi Araplar cahiliye dönemlerinde Kâbe'ye saygı beslerler, burayı milli gururlarının somut bir sembolü sayarlardı. Oysa İslâm, kalplerin sırf Allah'a bağlanmasını, yüce Allah dışında kalan her türlü bağımlılıktan arındırılmasını, dolaysız biçimde Allah'la rabıta kurduran İslâm metoduna yabancı olan her türlü yaygara ve taassuptan kurtarılmasını; her türlü tarihî, ırkî ve coğrafi şartlanmalardan soyutlanmasını istiyordu. İşte bu yüzden sürpriz bir kararla müslümanların Kâbe'ye yönelmelerine son verilerek bir süre için Mescid-i Aksa'yı kıble edinmeleri uygun görülmüştü. Böylece vicdanların cahiliye tortularından, cahiliye dönemini çağrıştıran her şeyden tamamen arınması amaçlanmıştı. Ayrıca bu değişiklik dolayısıyla Peygamber efendimize türlü yabancı duygunun etkisinden sıyrılarak güvenli, gönüllü ve teslimiyetçi bir biçimde bağlı olanlar ile ırk, kavim, yurt ve tarih çağrışımlarından kaynaklanan cahiliye yaygaralarının kof gururu ile ya da kalplerin derinliklerinde halâ yaşayan komplekslerin dürtüsü ile inancından dönen kimseler birbirlerinden ayrılabilecekti.

_Müslümanların kıblesinin, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in birlikte inşa ettikleri Kabe'ye doğru çevrilmesi ve o sırada Hz. İbrahim'in yapmış olduğu uzun dua, az sonra okuyacağımız ayetlerde müslümanların, Hz. İbrahim dininin varisleri oluşları ve Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e dönük taahhüdü birbirleri ile uyumlu, mantıklı ve tabii gelişmeler olarak ele alınır. Başka bir deyimle bu somut kıble yönelişi ile sözkonusu tarihten kaynaklanan şuur yönelişi arasında koordinasyon ve doğrultu birliği vardır.

_Yüce Allah Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e, "Kâbe'nin temellerini yükseltmeyi", yani bu yapıyı inşa etmelerini emretmişti. Bu yüzden Kâbe onlardan kalan bir mirastır. Bu mirasa ancak yüce Allah'ın, bu ikisinden aldığı taahhüde bağlı kalanlar mirasçı olabilirler. Müslüman ümmet, yüce Allah'ın, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'den almış olduğu taahhüdün ve bu iki peygambere yönelik ilâhi faziletin mirasçısıdır. Buna göre bu ümmetin, Mekke'deki Beytullah'ın varisi olması ve orayı kıble edinmesi son derece tabii ve mantıkî bir sonuçtur.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 190-192, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

19 Ekim 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 57


_bu (2.)Cüz'ün ve Bakara suresinin geride kalan bölümünün ana maddesi, müslüman cemaate halife-ümmet olmanın gerektirdiği özellikleri ve bağımsız kişiliğini kazandırmaktır. Kıblesi ile bağımsız; kendisinden önceki semavi dinlerin şeriatlerini onaylayan ve içeren şeriatı ile bağımsız; geniş kapsamlı, yaygın ve orjinal pratik hayat tarzı ile bağımsız bir kişilik. Bu bağımsız kişilik herşeyden önce bu cemaatin evren ile hayat hakkındaki görüşünde, yüce Allah ile kendisi arasındaki ilişki ile, yeryüzündeki temel görevi ile; bu görevin gerektirdiği can, mal, duygu ve davranış planındaki fedakârlıklar ile ilgili düşüncesinde, Kur'an-ı Kerim'in direktifleri ile Peygamber efendimizin yönlendirmelerinde somutlaşan ilâhi önderliğe kayıtsız-şartsız itaat etme yatkınlığında ve bütün bunları teslimiyet, hoşnutluk, güven ve kesin iman duygusu içinde algılama tutumunda kendini göstermelidir.

_Yüce Allah bu ümmetin orta yolu benimseyen, yani kendi dışındaki tüm insanlığa örnek olurken, kendisine Peygamberimizi örnek edinmiş bir ümmet olmasını istiyor. Buna göre bu ümmet, tüm yeryüzü insanlarına önder, egemen, gözetici ve yönlendirici olmakla görevlidir.

_Kur'an-ı Kerim'in o zaman karşı karşıya geldiği; hilelerine, tuzaklarına ve komplolarına karşı koyduğu geleneksel İslâm düşmanları günümüzde de aynıdır, kullandıkları metodlar da o günkü metodların aynısıdır; şartların değişmesi ile biçimleri değişmiş, ama sözleri ve karakterleri aynı kalmıştır.

_kıblenin değiştiğini namaz kılarken haber alan bazı müslümanlar, namazları içinde yüzlerini Kâbeye doğru çevirerek namazlarının geride kalan kısmını yeni kıbleye doğru tamamlamışlardı.(bu rivayetin kaynağını bilmiyorum,s.z.)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 187-190, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

18 Ekim 2007 Perşembe

1. CÜZÜN SONU

_Allah'a çok şükür ilk cüzü bitirdik...

_hayırlısıyla bitirmek de nasip olur inşallah...

_inşallah yüce Allah bu çalışmamızı hayırlara vesile kılar...

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 56

_Kur'an-ı Kerim'in derin anlamlı ifade özelliklerinden birine parmak basmak istiyoruz. Yukardaki ayetin baş tarafını oluşturan "Bu din, Allah'ın verdiği bir renktir; kim Allah'tan daha iyi bir renk verebilir?" cümlelerinden ilki yüce Allah'ın belirleyici karakterli bir buyruğu, geriye kalan kısmı ise müminlerin sözüdür. Ayet, müminlerin sözünü, aralık vermeksizin yüce Allah'ın sözü ile birleştiriyor. Her iki bölüm de yüce Allah tarafından indirilmiş bir Kur'an parçasıdır, ama ilk bölüm Allah'ın sözünü, ikinci bölüm ise müminlerin sözünü naklediyor. Bu üslup, yani aynı ayetin akışı içinde müminlerin sözünün yüce Allah'ın sözünün arkasına eklenmesi, müminlere büyük bir şeref bağışlamakta ve müminler ile Rabbleri arasında sıkı ilişki bulunduğu, müminlerin, Allah'a ulaştıran bir istikamet üzerinde bulundukları gerçeğini düşündürmektedir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfa 185, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

17 Ekim 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 55

_"Onlara deyin ki; `Biz Allah'a, bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilene inanırız. Onlar arasında ayrım yapmayız. Biz Allah'a teslim olanlarız."(bakara-136)

Bütün peygamberler ve bütün peygamber mesajları arasındaki bu birlik, İslâm düşünce sistemini temelini oluşturur. İslâm ümmetini, yeryüzünde Allah'ın dinine dayalı inanç mirasını varisi kılan, fertlerini bu kökle birbirlerine sımsıkı bağlı birer hidayet ve aydınlık yolu yolcusu yapan, İslâm düzenini bütün insanların kanatları altında taassupsuz ve baskısız biçimde yaşayabilecekleri milletlerarası bir sosyal düzen düzeyine çıkaran, İslâm toplumunu sevgi ve barış içinde herkese açık bir toplum haline getiren temel faktör budur.

Bundan dolayı az önce okuduğumuz ayetlerin devamında bir büyük gerçek vurgulanıyor ve bu inanç sisteminin bağlıları olan müslümanlara bu gerçeğe sımsıkı sarılmaları öneriliyor. Sözünü ettiğimiz gerçek; bu inanç sisteminin dosdoğru yol olduğu, ona uyanın doğru yolu bulacağı, ondan yüz çeviren toplumun asla istikrarlı bir hayata kavuşamayacağı, bu yüzden böyle toplumların sürekli bunalımda olan çeşitli grupları arasında bitmez-tükenmez çatışmaların hüküm süreceği realitesidir.

_Hidayet yoksunlarının, imansızların sosyal çalkantıları, hileleri, tuzakları, saldırı girişimleri ve düşmanlıkları mümine zarar dokunduramaz. Çünkü yüce Allah bunlar karşısında onu koruyacaktır. Allah'ın koruyuculuğu ona yeter de artar bile.

"Onlara karşı Allah sana yetecektir. O işitendir ve bilendir."

Müslümana düşen tek görev, girdiği yolda sebatla ilerlemek, doğrudan doğruya Rabbinden gelen gerçekle ve dostları yeryüzünde tanınsın diye bizzat yüce Allah tarafından dostlarının yüzüne basılan damga ile iftihar etmektir.

_Bu din, yüce Allah'ın insanlığa son mesajı olmasını dilediği bir ilâhi renktir. Amaç; taassuba ve kine yer vermeyen, ırk ve deri rengi ayrımı tanımayan geniş çaplı bir insanlararası birliğe dayanak sağlamak, zemin hazırlamaktır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 184-185, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

16 Ekim 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 54


_(hz. Yakup) Hayata gözlerini yummak üzereyken evlâtlarına bırakmak istediği, başına bir hal gelmeden onlara geçmesi için titizlik gösterdiği, bu yüzden kendilerine yüzyüze teslim etmeyi tercih ettiği, hakkındaki her türlü ayrıntının belgelere bağlanmasını istediği miras neydi acaba? Ölüm sancılarının ve son hayatî çırpınışlarının bile kendisine unutturamadığı bu mesele inanç sistemi meselesi idi. İşte sözünü ettiğimiz miras, hazine, büyük dava, herşeyin önüne geçen tek endişe ve son derece önemli konu buydu.

_Böylelikle Hz. İbrahim'in evlâtlarına yapmış olduğu vasiyyet, Hz. Yakub'un evlâtları arasında da geçerliliğini sürdürmüş oluyor, başka bir deyimle onlar da "Allah'a teslim olduklarını" açıkça belgeliyorlardı.

_Burada Kur'an-ı Kerim, yahudilere; "Yoksa siz, Yakub ölmek üzereyken yanında mıydınız?" diye soruyor. Bu olmuş olan bir olaydır. Bizzat Allah bu olaya tanıklık ediyor, onu anlatıyor, bununla onların bütün yanıltıcı ve saptırıcı bahanelerini etkisiz kılıyor; yine bununla kendileri ile ataları İsrail, yani Hz. Yakub arasında gerçek anlamda hiçbir bağ olmadığını vurguluyor.

_İslâm düşüncesi, imana dayalı bakış açısı, cahiliye düşüncesinden tamamen farklıdır. Cahiliye düşüncesi bir milletin iki kuşağı arasında ayırım gözetmez. Çünkü bu düşünceye göre; sözkonusu kuşaklar arasındaki bağ, ırk ve soy birliği bağıdır.

_İslâm'ın imana dayalı düşünce tarzına göre, millet; aynı inanca bağlı insanlar topluluğudur. Bu topluluğun fertleri hangi ırktan gelirse gelsin, hangi ülkede yaşarsa yaşasın farketmez. Yoksa millet, aynı ırktan gelen ve aynı ülkede yaşayan insanların toplamı değildir. İşte insanlığını, yeryüzünün çamur bileşimlerine değil de yüce ruh soluğuna dayandıran insana yaraşan düşünce tarzı budur.

_İslâm inancının tabiî, geniş kapsamlı ve sadece inatçıların karşı çıkacakları derecede tutarlı olduğu da açıkça görülüyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 181-182, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

15 Ekim 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 53

_Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in (selâm üzerlerine olsun) yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanan nimetin, yani iman nimetinin değerinin bilincinde olmaları, onları, bu nimetin kendilerinden sonra da devam etmesini güçlü bir arzu ile istemeye, hiçbir dengi olmayan bu nimetten soylarının da yoksun kalmaması için Rabblerine dua etmeye sürüklüyor. Bu yüzden soylarını çeşitli ürünlerle beslesin diye yüce Allah'a dua ederken onları iman besininden de mahrum etmemesini, onlara ibadet yerlerini gösterip ibadet biçimlerini açıklamasını ve hem tevbelerinin kabul edicisi hem de merhametli olması hasebiyle tevbelerini kabul etmesini dilemeyi de unutmuyorlar.

_kabul edilmeye lâyık görülen dua kabul ediliyor, fakat gerçekleşmesi, yüce Allah'ın hikmetine bağlı olarak belirlediği zaman diliminde oluyor. Oysa insanlar acelecidirler, istedikleri hemen olsun isterler. İstedikleri hemen olmayınca da usanırlar ve umutsuzluğa düşerler.

_(bakara-132 tefsirinden)

"Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti."

Demek ki, bu din ilâhî bir seçim, bir tercih ürünüdür. Buna göre Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in soyundan olduklarını ileri sürenlerin bu konuda tercih yapmaya, alternatif aramaya yetkileri yoktur. Yüce Allah'ın (c.c) kendilerine yönelik bu gözetiminin ve bağışının gerektirdiği asgari şey, O'nun bu seçim ve tercih nimetine karşı şükretmek, ona dört elle sarılmak ve bu emaneti koruyarak şu yeryüzünden yüz akıyla ayrılmaya çalışmaktır.

"Mutlaka müslüman olarak ölünüz."

İşte önlerine büyük bir fırsat çıkmıştı. Çünkü Peygamberimiz ortaya çıkarak kendilerini İslâm'a çağırıyordu. O İslâm ki, ataları Hz. İbrahim'in çağrısının ürünü idi.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 177-180, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

14 Ekim 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 52


_(bakara-125 tefsirinden…) Burada, insanlara Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) makamını namaz yeri edinmeleri emrediliyor. -Bizim tercih ettiğimiz yoruma göre ayetteki "İbrahim'in makamı" Beytûllah'ın tümüne işarettir- Buna göre Beytûllah'ın müslümanlara kıble yapılması hiçbir itiraza yolaçmaması gereken tabiî bir şeydir. Burası Hz. İbrahim'in dosdoğru inanç ve Tevhid ilkesi mirasçıları olan müslümanların yönelmiş oldukları ilk kıbledir. Çünkü orası Allah'ın evidir, hiç bir insanın özel evi değildir. Bu evin sahibi olan yüce Allah iki salih kuluna burayı "ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için" yani burayı ziyarete gelen hacılar, orayı uzun süreli ibadet yeri seçen yerli halk ile burada rükua varanlar ve secde edenler için temiz tutmalarını emrediyor. Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail -selâm üzerlerine olsun- bile bu evin sahibi değildirler ki, onların soyundan geleceklere miras kalması sözkonusu olabilsin. Onlar sadece Rabblerinin emrinin gereği olarak burayı, ziyaretçilerin ve Allah'ın mümin kullarının kullanımına hazır tutmak üzere gözetim ve bakımını üstlenmiş kimselerdir.

_Gerçekten O(hz.İbrahim(a.s)), yüce Allah'ın "Zalimler, asla benim bu taahhüdümün kapsamına giremezler" şeklindeki kesin ihtarının bilincine varmış, bu ihtardan gereken dersi almıştır. Bu bilincin sonucu olarak O, çekiniyor, istisnalı konuşuyor ve duasını "Onlardan Allah'a ve Ahiret gününe inananları" ifadesi ile asıl kasdettikleri için sınırlı tutuyor.

_"Ey Rabbimiz, yaptığımız işi kabul et; hiç şüphesiz herşeyi işiten ve bilensin. Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisi ve çok merhametlisin."

Burada dua namesi, dua musikisi, dua atmosferi, bunların tümü son derece somut biçimde karşımızda; sanki şu an oluyormuş gibi canlı, müşahhas ve hareketli durumda. Bu durum Kur'an-ı Kerim'in etkileyici üslubunun özelliklerinden biridir. Yani geçmişin karanlığına karışarak ortadan kaybolan manzaraları, sesleri işitilebilir, görülebilir, hareket edebilir, boşlukta yer kaplar ve nefes alıp-verir gibi somut tablolara dönüştürme özelliği. Bu elimizdeki ölümsüz Kitaba, yani Kur'an'a yaraşır, gerçek anlamda bir "Edebi Tasvir" özelliğidir.

Acaba duanın içeriği nedir? Bu içerik peygamberlik edebi, peygamberliğe yaraşır iman, şu evrende inancın değerini tam olarak kavramış peygamberî bir şuurdur. İşte Kur'an-ı Kerim'in, peygamberlerin varisleri olan mü'minlere öğretmek, kalplerinin ve duygularının derinliklerine yerleştirmek istediği bu edep, bu iman ve bu şuurdur. Tekrarlıyoruz:

"Ey Rabbimiz, yaptığımız bu işi kabul et; hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin."

Burada dile gelen, kabul edilme isteğidir. Asıl amaç budur. Yapılan iş (Kâbe inşaatı) sırf Allah için yapılmış bir ameldir. Bu amel tam bir duyarlılık ve saygı içinde yüce Allah'a yönelmişliğin somut bir ifadesidir. Ardında yatan maksat ise Allah'ın hoşnutluğu ve kabulüdür. Kabul edileceği umudu ise yüce Allah'ın duaların işiticisi ve bu amelin arkasındaki niyetin ve şuurun iyi bilicisi olmasına dayandırılıyor. Devam ediyoruz:

"Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster ve tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisisin ve çok merhametlisin."

Burada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, İslâm'a yöneltilmeleri konusunda Rabblerinin yardımını istediklerini, kalplerinin, yüce Allah'ın iki parmağı arasında olduğu gerçeğinin bilincinde olduklarını, hidayetin sadece Allah'tan olduğunu, kendilerinin bu konuda hiçbir irade ve güç sahibi olmadıklarını, yaptıkları şeyin yönelmek ve istemek olduğunu, kendilerine yardımcı olacak olanın yüce Allah olduğunu iyi bildiklerini dile getiriyorlar.

Sonra sözü müslüman ümmetin önemli bir karakteristiğine; dayanışma, yani kuşaklar arasında inanç dayanışması karakteristiğine getirerek "Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar" diye yakarıyorlar.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 175-177, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

13 Ekim 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 51

_“Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş, o da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah; "Seni insanlara önder yapacağım" demişti. İbrahim; "Soyumdan da" deyince, Allah; "Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler" buyurdu.”(bakara-124)

_"...İbrahim; `soyumdan da' dedi..."(...bakara-124…)

Hz. İbrahim'in bu dileğine, kendisini imtihan ederek seçmiş olan Rabbi tarafından (daha önce öğrendiğimiz) son derece önemli bir kuralı belirleyen şu cevap veriliyor: Önderlik; davranışları, bilinci, yapıcılığı ve imanı ile buna lâyık olanlarındır, yoksa soya ve nesebe dayanan bir miras değildir. Akrabalık et ve kan ilişkisi değil, din ve inanç ilişkisidir. Kan, milliyet ve ırk akrabalığı davası, hakk İslâm düşüncesi ile taban tabana çatışan bir cahiliye dönemi davasından başka birşey değildir. Devam ediyoruz:

"...Allah `Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler' buyurdu..."

Zulüm çeşit çeşit ve renk renktir. Allah'a ortak koşmak insanın kendi kendine zulmetmesi, başkalarının hakkını çiğnemek ise insanlara zulmetmesidir. Zalimlere yasaklanan imamlık (önderlik); peygamberlik, halifelik ve namaz imamlığı da dahil olmak üzere imamlığın bütün anlamlarını, liderliğin her türlüsünü kapsamına alır. Buna göre bütün anlamları ile adalet, hangi biçimi ile olursa olsun imamlığın (önderliğin) temel şartını oluşturur. Kim zulmederse -yaptığı zulmün türü ne olursa olsun- kendini her anlamı ile imam olma yeterliliğinden uzaklaştırmış, bu hakkını kendi eli ile kaybetmiş olur.

Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen bu cevap, kaypaklığa ve belirsizliğe yer vermeyen bu ilâhi taahhüt, yahudilerin zalimlikleri, fasıklıkları, yüce Allah'ın emrinden saptıkları ve ataları Hz. İbrahim'in inancından ayrıldıkları için önderlikten ve öncülükten uzaklaştırıldıklarını kesinlikle kanıtlar. Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen bu cevap aynı zamanda günümüzde kendilerine müslüman sıfatını yakıştıranların insanlık önderliği ve öncülüğünden uzaklaştırılmalarına da kesin bir cevap ve kânıt oluşturur. Bunun sebebi, bu sözde müslümanların, zalimlik etmeleri, fasıklıkları, Allah yolundan uzaklaşmaları, Allah'ın şeriatını arkalarına atmaları, O'nun şeriatını ve önerdiği yaşama biçimini sosyal hayattan söküp attıkları halde halâ müslüman olduklarını iddia etmeleridir ki, bu iddia yukardaki ilâhî taahhüdün hiçbir esası ile bağdaşmayan yalancı bir iddiadır.

İslâmi düşünce sistemi, inanç ve amel (pratik uygulama ve davranış) temeline dayalı olmayan insanlararası bütün bağları ve ilişkileri kesik ve geçersiz sayar; inanç bağı olmayan yakınlık ve akrabalık ilişkilerini tanımaz; inanç ve amel kulpuna bağlı olmayan bütün sosyal ilişkileri ve dayanışma geleneklerini kökünden yok sayar. Yine bu düşünce sistemi aralarında inanç çelişkisi bulunan aynı milletin iki kuşağını birbirinden ayırır. Hâtta aralarındaki inanç bağı kopan ana baba ile evlâdlarını ve karı-kocayı tüle birbirinden ayrı kabul eder.

Buna göre müşrik Arap ayrı birşeydir, müslüman Arap ayrı birşey. Bu ikisi arasında hiçbir ilişki, hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak bağ sözkonusu değildir. Müslüman olan kitap éhli ayrı birşeydir, Hz. İbrahim'in, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın dininden sapmış kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar) ayrı birşey. Bu ikisi arasında da hiçbir ilişki hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak sosyal bağ sözkonusu değildir. Aile kurumu ana-babadan, çocuklardan ve torunlardan oluşmuş rastgele bir birlik değildir. Bu saydıklarımızı eğer aynı inanç bağı birleştiriyorsa bunlar aile kurumunu oluştururlar. Öteyandan millet demek, belirli bir ırkın ardarda gelen kuşaklarının oluşturduğu bir insan topluluğu değildir. Millet, ırkları, yurtları ve derilerinin rengi ne olursa olsun, müminlerin oluşturduğu insan topluluğudur. İşte Kur'an-ı Kerim'de yeralan şu ilâhî açıklamadan fışkıran iman kriterli düşünce tarzı budur.

_bu kısmı kesmeden aktardık.(s.z.)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 173-174, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

12 Ekim 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 50


_Sonunda bu emanetin varisi olmaya Hz. İbrahim'in tüm torunlarının değil de sadece bu ümmetin hak kazandığını vurguluyor ve bu inanç varisliğine dayanaklık eden tek gerekçenin Peygambere inanmak, bu imanın gereğini güzelce yerine getirmek ve bu inancın getirdiği düşünceyi koruyarak sürdürmek olduğunu anlatıyor.

_kim bu inanç sisteminden sapar da kendi iradesi ile Hz. İbrahim'in dininden ayrılırsa yüce Allah'a vermiş olduğu sözden caymış ve bunun sonucu olarak bu inanç sisteminin içerdiği taahhüt ve müjdelere varis olma hakkını kaybetmiş olur.

_Hz. İbrahim'in erdiği bu makam, yüce bir makamdır. Yani verilen sözü ve alınan emri gereği gibi yerine getirdiğini bizzat yüce Allah'ın tanıklığı ile kanıtlama makamı.. Çünkü insan, zayıflığı ve yetersizliği sebebiyle bu anlamda vefakâr ve istikametli olamıyor.

_"Seni(hz.İbrahim(a.s)) insanlara önder yapacağım"(bakara 124…)

İnsanların önder edinecekleri, Allah'a götüren yolda kendilerine rehberlik edecek, onları hayra erdirecek, kendisine bağlı olacakları ve kendisinin de başlarında lider. olacağı bir imam yani.

İşte o anda insan fıtratı, yani soyundan gelecek olanlar yolu ile sürekli olma eğilimi, sosyal hayatın gelişmesi, belirlenen yolunda sürekli ilerlemesi, öncekilerin başlattıkları işi sonradan gelenlerin tamamlayabilmesi, bütün kuşakların işbirliği ve kesintisizlik içinde olabilmeleri için bizzat yüce Allah tarafından insan fıtratına yerleştirilen o köklü bilinç Hz. İbrahim'e egemen oluyor. Bu bilinci bazıları ortadan kaldırmaya, engellemeye ya da baskı altına almaya kalkışıyorlar. Oysa bu bilinç, sözünü ettiğimiz uzak vadeli gayeyi gerçekleştirmek için insan fıtratının özüne yerleştirilmiştir.


_İslâm, miras hukukunu bu fıtrî bilince dayalı olarak, onun gereğini gözönünde tutarak, onun etkisini göstermesini teşvik ederek, yapabileceğinin azamisini yapmasına meydan vermek üzere düzenledi. Bu temel bilinci yok etmeye yönelik girişimler, insan fıtratını temelden yok etmeye kalkışmaktan ve sapıklıktan kaynaklanan bazı sosyal bozuklukları tedavi edeyim derken düşülmüş bir zorlamadan, kısa görüşlülükten ve işi yokuşa sürmekten başka birşey değildir. Elimizde, fıtrî yapıyı yıkmadan, sözkonusu sosyal sapmayı düzeltecek başka bir çözüm yolu, vardır. Fakat bu çözüm yolu hidayeti, imanı, insan psikolojisi konusunda derinlemesine uzmanlaşmayı, insan benliğinin oluşumu konusunda ince ve ayrıntılı bilgiye sahip olmayı, bunun yanında yapmaktan ve düzeltmekten çok yıkmayı ve yok etmeyi amaçlayan taşkın kinlerden arınmış bir bakış açısını gerektirir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 171-173, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

11 Ekim 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 49

_"Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına, keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah tarafından ne bir dost ve ne de bir destekçi bulamazsın."

Bu korkunç tehdit, bu kesin ifade ve bu ürkütücü azap uyarısı. Kime dönük? Yüce Allah'ın Elçisine, Peygamberine ve keremli sevgilisine dönük! Bunlar birtakım nefsi arzulardır. Eğer sen doğru yoldan, Allah'ın gösterdiği doğru yoldan saparsan -ki ondan başka bir doğru yol yok-... İşte onları senin karşında takındıkları olumsuz tutumu takınmaya sürükleyen faktör, onların bu nefsi arzularıdır, yoksa senden kaynaklanan bir delil yetersizliği ya da inandırma zayıflığı değildir.

_"Kendilerine verdiğimiz kitabı gereğince okuyanlar varya, işte onlar ona inananlardır. Onu inkâr edenler ise hüsrana uğrayanlardır."

Yüce Allah'ın şu dünyada insanlara bağışladığı nimetlerin en büyüğü olan iman kaybından daha büyük bir kayıp, daha acı bir hüsran düşünülebilir mi?

_Bu arada yine konu ile uyumlu olarak Hz. İbrahim'in katıksız Tevhid ilkesine dayanan dininin gerçek mahiyeti, bu din ile Ehl-i Kitab'ın ve müşriklerin ortaklaşa bağlı oldukları yozlaşmış ve sapık inançların birbirinden uzak oldukları, buna karşılık Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in ve yahudilerin atası olduğu için, İsrail olarak da anılan Hz. Yakub'un inançları ile müslüman cemaatin inanç sistemini oluşturan son din arasında yakınlık olduğu anlatılıyor.

Bunlara bağlı olarak yüce Allah'ın dininin birliği, bütün peygamberler arasında elden ele geçerken bir zincirin halkaları gibi bir süreklilik gösterdiği, herhangi bir milletin ya da ırkın tekelinde olduğu düşüncesinin asılsız olduğu vurgulandıktan sonra inanç sisteminin kör akrabalık taassubunun değil, mümin kalbin mirası olduğu, bu mirasa varis olmanın kan ya da ırk yakınlığına değil, iman ve inanç sistemi yakınlığına dayandığı, buna göre bu inanç sistemine inananların ve onun gereklerini yerine getirenlerin, hangi kuşaktan ve hangi kabileden olurlarsa olsunlar, bu dinin bağlıları olmaya onun önderlerinin öz çocuklarından ve soyca akrabalarından daha lâyık oldukları, çünkü bu dinin yüce Allah'ın dini olduğu, yüce Allah ile kullarından hiçbiri arasında soy ve kan bağı bulunmadığı belirtiliyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 168-171, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

10 Ekim 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 48


_"Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin." Yani "işledikleri günahlar ve nefislerinin arzularına uymaları sebebiyle Cehenneme girenlerden sen sorumlu değilsin."

_"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır."

İşte asıl sebep budur. Onların eksiği delil değildir. Onların eksiği senin haklı olduğuna, Rabbin tarafından sana gelen mesajın gerçek olduğuna inanmamak değildir. Onlara olanca delillerini sunsan, olanca sevgini önlerine sersen bunların hiçbiri ile hoşnutluklarını kazanamazsın.

_Onlar din sancağı altında müslümanların karşısına çıktıklarında onların dinleri ve inançları uğruna nasıl kahramanca çarpıştıklarını tecrübe etmişlerdir. Bu yüzden dinimizin bu tarihi düşmanları uyanmışlar ve savaşın rengini değiştirmişlerdir.

_aramızdaki aldanmış gafillerin beyinlerine sokmaya çalışıyorlar ki, inanç savaşı, artık anlamsız bir eski hikâye olmuştur, artık o sancağı havaya kaldırarak onun ismi altında savaşmak yersiz ve geçersizdir. Böyle bir şeye ancak tutucular, gericiler girişirler!

_Bu savaş inanç savaşıdır. Yoksa toprak savaşı, ekonomik savaş ya da stratejik amaçlı savaş değildir. Bu uydurma kılıfların ve yakıştırmaların hiçbir asli yoktur. Düşmanlarımız gizli ve tarihi maksatları uğruna bu uydurma yaftaları kafamıza sokmaya çalışıyorlar. Onlar bizi bu savaşın gerçek mahiyeti ve asıl karakteri hakkında yanılgıya düşürmek istiyorlar. Eğer biz onların bu yalancı propagandalarına aldanırsak kendimizden başka hiç kimseyi kınamamalı, hiç kimsede kabahat aramamalıyız.

_"De ki; `Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği yoldur."

İfade son derece öz ve kısa! "Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği yoldur". Bu konuda taviz yok... Bundan vazgeçmek sözkonusu değil.. Bu hususta esneklik ve gevşeklik yok... Bu ilkenin zararına hiçbir uzlaşmaya girişilemez... Onun küçük-büyük hiçbir kırıntısı bile pazarlık konusu edilemez... İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin...

Sakın ha! Onları hidayete erdirmek, onların iman etmelerini sağlamak, onların dostluğunu ve sevgisini kazanmak gibi endişe ve arzular seni bu ince yoldan saptırmasın.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 167-168, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

9 Ekim 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 47

_bazı taklitçi İslâm felsefecileri özellikle eski Yunan felsefecilerinin etkisiyle bu yüksek doruklara tırmanmaya kalkışınca eski Yunanlı üstadları gibi karmaşık ve yanılgılı varsayımlardan başka birşey elde edemediler. Onlar bu hareketleriyle İslâm düşüncesine bu düşüncenin tabiatı ile bağdaşmayan, özü ile uyuşmayan yabancı unsurlar bulaştırdılar. Bu durum insan aklını yetki alanı dışına taşırmayı, yaratılışındaki özelliğin ötesine çıkarmayı amaçlayan her girişimin karşılaşacağı kesin akıbettir.

İslâm düşüncesine göre varlıkların yaratıcısı, yarattığı varlıkların hiçbirine benzemez, O tektir. Bunun doğal bir sonucu olarak İslâmî düşünce, müslümanların dışındaki birtakım inanç mensuplarının anladığı gibi "vahdet-i vücud (varlıkların birliği)" kavramını reddeder. Yani "varlıklarla yaratıcı birleşik bir bütündür" ya da "Varlık alemi yaratıcının zatından kaynaklanan ışınlardan ibarettir" veya "varlık alemi, yaratıcısının görülebilen bir sureti, bir yansımasıdır" şeklinde ifade edebileceğimiz yahut aynı esasa dayalı başka bir biçimde anlatılabilen "vahdet-i vücud" kuramı İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz.

Fakat bununla birlikte İslâm düşüncesinde de "Tevhid" diye tanımlanan varlık bütününü kapsamına alan bir birlik vardır. Bu birlik, varlık aleminin aynı yaratıcı iradeden meydana gelmiş olması, gelişimini düzenleyen kanunlar sisteminin bir oluşu; yaratılışının, koordinasyonunun, kullukta ve saygıda Rabbine yönelişinin bir olması anlamındadır. Okuyalım:

"Göklerdeki ve yerdeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir."

_İlâhî iradenin varlıklara yönelmesi olayı insan idrakinin bilemeyeceği bir şekilde gerçekleşiyor. Çünkü bu olay, insan idrak kapasitesinin dışında kalır. Buna göre, bu sırrın künhüne ermeye çalışmak, boşuna enerji harcamak ve uçsuz bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmektir.

_Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) kavmi yüce Allah'ı açıktan açığa görmeyi istemiş, ayrıca kendilerine mucize gösterilmesinde ısrar etmişlerdi. Demek oluyor ki, bunlar ile onlar arasında karakter, zihniyet ve sapıklık bakımından benzerlik vardır.

"Kalpleri birbirine benzedi."

Bana göre yahudilerin, müşrikler (putperestler) karşısında bir üstünlükleri yok. Bunlar zihniyet, inatçılık ve sapıklık bakımından benzer kalpler, benzer duygular taşımaktadırlar. Devam ediyoruz:

"Kesin iman sahiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir."

Kalplerinde kesin iman bulunanlar, yüce Allah'ın -c.c- ayetlerinde bu kesin imanlarını doğrulayan ve vicdanlarını tatmin eden gerekçeleri bulurlar. Yani kesin imanı bu ayetler meydana getirmez. Tersine bu ayetlerin anlamlarını kavramayı, içerdikleri gerçeklerle tatmin olmayı, doğruyu ve Allah'a ulaştırıcı olanı algılamaya kalpleri hazırlayan faktör, kesin imandır.[ bu açıklama bizce tam anlamıyla doğru değil, iki taraflı bir gelişimdir iman, ayetleri okudukça imanınız artacaktır inşallah, imanınız arttıkça da ayetlere yaklaşımınız derinleşecektir. Bunu tek yönlü bir gelişim sürecine indirgemek bizce doğru değil…(s.z.)]

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 164-166, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

8 Ekim 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 46


_Bu, "Allah oğul edindi" şeklindeki sakat iddia, sadece hıristiyanların Hz. İsa (selâm üzerine olsun) ile ilgili iddiaları değildir, yahudiler de Hz. Üzeyir için aynı şeyi söylüyorlardı. Tıpkı bunlar gibi müşrikler (putperestler) de melekler hakkında aynı iddiayı ileri sürüyorlardı. Bu ayet sözkonusu grupların iddialarını ayrı ayrı anlatmıyor. Çünkü konunun akışı o günün Arap yarımadasında İslâm'a karşı çıkan bu üç grubu ana hatları ile tanıtmak amacını taşıyor. Ne tuhaftır ki, bu üç grup uluslararası Siyonizm, dünya Hristiyanlığı ve evrensel Komünizm şemsiyeleri altında günümüzde de İslâm'a kıyasıya karşı çıkan akımları oluşturuyorlar. Yalnız, milletlerarası Komünizm o günün müşriklerinden çok daha koyu bir küfür akımıdır. Ayetin, bu üç grubu aynı kategoride birleştirmesi, yahudiler ile hristiyanların sırf kendilerinin doğru yolda olduğu biçimindeki iddialarını boşa çıkarıcı niteliktedir. Çünkü bu iki grubun her ikisinin de müşrikler (putperestler) ile aynı düzeyde oldukları görülüyor.

_kâinat, üstün ve mutlak iradenin "Kün feyekün (ol der ve oluverir)" ilkesi uyarınca yaratıcısından sadır olur. Bu iradenin herhangi bir varlığı yaratmaya yönelmesi, aracı bir gücün ya da maddenin bulunmasına gerek duyulmaksızın sözkonusu varlığın önceden belirlenen biçimde varolmasını tek başına sağlayıcı niteliktedir.

_Peki mahiyetini bilmediğimiz bu üstün irade, kendisinden sadır olmasını murad ettiği sözkonusu varlıkla nasıl ilişki kuruyor? Bu nokta, insan idrakinin kavrayamadığı, içyüzünü açıklayamadığı bir sırdır. Çünkü insan kapasitesi bu noktayı idrak etmeye elverişli ve yatkın değildir. Zira bu noktayı kavramak, insanın yaratılış amacı olan yeryüzü halifeliği ve yeryüzünü imar etme görevi açısından gerekli değildir. Yüce Allah insanoğluna yeryüzündeki görevinde yararlanacağı kâinat kanunlarını keşfetme ve bunları pratikte kullanma yeteneği verdiği oranda ona bu önemli halifelik görevi ile ilgisi olmayan başka bir alemin sırlarını kapalı tutmuştur.

Çeşitli felsefi akımlar hiçbir yol gösterici ışığın bulunmadığı uçsuz-bucaksız bir çölde taban tepmişlerdir. Amaçları ise bu sırları keşfetmekti. Bu uğurda, sözünü ettiğimiz alanla ilgili hiçbir yapısal yatkınlığa sahip olmayan, bu alanı kavrama ve bilme araçları ile kesinlikle donatılmamış olan insan idrakinden kaynaklanmış birçok faraziyeler ve varsayımlar ortaya koymuşlardır. Bu faraziyelerin en yüksek seviyeleri bile insanı hayrete düşürecek ona "Nasıl olur da bir filozof böyle bir şey ileri sürer?" dedirtecek derecede gülünç oluyor. Bunun tek sebebi, sözkonusu filozofların insan idrakini doğal yaratılışının dışına çıkarmaya, onu yetki alanının dışına taşırmaya kalkışmalarıdır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 163-164, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

7 Ekim 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 45

_Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını engelleyen ve oraları yıkmaya çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır. Bunları, dünyada rezil olmak, Ahirette de büyük bir azap beklemektedir.(bakara 114)


_barınma dileği ile, gerekli saygı ifadesini takınarak ve eman diyerek yüce Allah'ın evi olan mescidlere sığınmadıkça kovulmayı, kovalanmayı ve güvenden yoksun bırakılmayı hakkederler. (Tıpkı Mekke'nin fethinden sonra olduğu gibi. Bilindiği gibi Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedildiği gün Peygamberimizin sözcüsü "Kim Mescid-i Haram'a (Kâbe) girerse güven içindedir" diye seslenmiş ve bunun üzerine can güvenliği istemeye karar veren bazı Kureyş zorbaları oraya sığınmışlardı. Oysa bu kimseler daha önce Peygamberimiz ve arkadaşlarının Kâbe'yi ziyaret etmelerine engel olmuşlardı.)

_"Onların, ancak Allah korkusu ve O'nun ululuğunun ürpertisi içinde Allah'ın mescidlerine girmeleri yakışır. Yüce Allah'ın evlerine yaraşan, O'nun büyük heybet ve ululuğuna uygun düşen edep şekli budur." Bu yorum şekli de konunun akışına uygundur.

_"Doğu da Batı da Allah'ındır. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yönü o tarafa doğrudur. Hiç şüphesiz Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve o her şeyi bilir."

Müslümanlar, kıblenin değiştirilmesi olayına kadar Beyt'ül-Mukaddes'e (Kudüs'teki Mescid-i Aksa) yönelerek namaz kılıyordu. Kıble'nin Kabe'ye doğru döndürülmesiyle yahudiler müslümanların zihnini bulandıran şiddetli bir propaganda başlattılar. Buna göre Müslümanların a güne kadar kıldıkları namazlar geçersizdi ve Allah katında hesaplarına hiçbir sevap yazılmayacaktı. İşte bu ayet yahudilerin bu iddialarına cevap veriyor, iniş sebebinin ana nedeni de bu asılsız propagandalardı. Bu ayet, yahudilerin bu sakat yorumlarına karşı çıkarak aslında her yönün bir kıble olduğunu, buna göre ibadete duran kul ne tarafa dönerse yüce Allah'ın yönünün o tarafa doğru olduğunu, herhangi bir yönün kıble olarak belirlenmesinin yüce Allah tarafından bir yönlendirme olayı olduğunu ve o tarafa dönmenin O'na itaat etme anlamı taşıdığını, yoksa bunun Allah'ın o tarafta değil de bu tarafta olduğu manasına gelmediğini belirtiyor. Allah kullarını sıkıntıya ve çıkmaza sokmaz, onların sevaplarını kısmaz; O kullarının kalplerini, niyetlerini herhangi bir yöne doğru durmalarının iç gerekçelerini bilir, Allah'ın emrinde kolaylık esastır, niyet Allah içindir. Zira "Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve o her şeyi bilir."

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 161-162, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

6 Ekim 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 44


_Onlar "Yahudilerden ve hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet`e giremeyecek"dediler. Bu onların hüsnükuruntusudur. De ki; "Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin.”
Hayır, öyle değil Kim kendini Allah’a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse Allah katında mutlaka mükâfatını alır. Böyleleri için korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.(bakara 111-112)

_Burada hiçbir millete, hiçbir zümreye ve hiçbir ferde imtiyaz tanımaksızın amele (davranışa) ceza (karşılık) biçme konusu ile ilgili İslâm düşünce sisteminin kuralı belirleniyor. Bu kurala göre, önemli olan İslâm ve ihsan (iyi amel)dir, yoksa isim ve ünvan değil.

_"Kim günah işler de günahı tarafından kuşatılırsa...". Bu durumdaki kimse benliğini kuşatmış olan sözkonusu günahın tutsağıdır; her şeyden, her türlü bilinçten, işlediği günahın doğrultusu dışındaki her türlü yöneliş ve bakış açısından arınmış, uzak düşmüştür.

Buna karşılık "Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse..." Yani "Kim benliğini Allah'a adar, tüm duygularını Allah'a yöneltir, başkasının günaha sarılmasının karşıtı olarak yüce Allah'a sımsıkı bağlanırsa." "Kim kendini Allah'a adarsa (benliğini Allah'a teslim ederse)" Burada İslâmın ilk karakteristik özelliği meydana çıkıyor. "Benliğin Allah'a adanması". Burada kullanılan "İslâm" deyimi "boyun eğme" ve "teslim olma" anlamlarına gelir. Manevi plânda "boyun eğme" ve amel (uygulama) plânında "teslim olma." Bununla birlikte bu "teslim oluşun" mutlaka görünür bir belirtisi, elle tutulur bir kanıtı olmalıdır. Bu da yukardaki ayetin ".. ve bunun yanında iyi ameller işlerse..." cümleciğinde ifade ediliyor.

_İslâm'ın karakteristik özelliği bilinç ile davranış, inanç ile amel, kalpdeki imanla pratiğe yansıyan iyi hareket arasındaki birliktir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 158-159, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

5 Ekim 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 43

_Yahudilerin, İslâm inancının özü hakkında zihinlerde şüphe uyandırmak amacıyla bahane olarak kullandıkları vesile ister -bu ve daha sonraki ayetlerin gösterdiği gibi- kıble yönünün değiştirilmesi olayı olsun, ister müslüman cemaatin gelişim sürecine ve sosyal şartlarının değişimine bağlı olarak bazı emirlerin, hükümlerin ve yükümlülüklerin değiştirilmesi olsun, isterse Kur'an-ı Kerim'in Tevrat'ı bir bütün olarak onaylamış olmasına rağmen bu kitapta yeralan bazı hükümleri değiştirmiş olması ile ilgili olsun; yahudilerin zihinlerde kuşku uyandırma kampanyasının bahanesi ister o, ister şu veya isterse bu olsun önemli değil. Kur'ana Kerim burada gerek yürürlükten kaldırma (nesh) ve değiştirme olayı ile ve gerekse yahudilerin bu inanç sistemine karşı çeşitli usullerle savaşmak amacı güden plânları ve gelenekleri uyarınca zihinlerde uyandırmış oldukları şüpheler ile ilgili olarak kesin bir açıklama yapıyor.

Buna göre, vahyin iniş süreci boyunca şartların gereği olarak yapılan kısmî değiştirmeler insanlığın yararınadır; sosyal hayatın gelişiminin gerektirdiği faydayı daha büyük oranda gerçekleştirme amacına dönüktür; bu gerekliliği takdir edecek olan; insanların yaratıcısı, peygamberlerin göndericisi ve ayetlerin indiricisi olan yüce Allah'tır. Eğer O, herhangi bir ayeti yürürlükten kaldırarak unutulmuşluğun karanlık kucağına atarsa -Bu ayet ister her hangi bir hüküm içeren okunabilir bir ayet olsun, isterse peygamberler tarafından ortaya konan somut mucizeler gibi belirli bir münasebetle ortaya çıkıp geçen olağandışı bir gelişme anlamındaki ayetlerden biri olsun- ondan daha yararlısını ya da onun benzerini indirir. Hiçbir şey O'nun gücü dışında değildir. O her şeyin maliki, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. Bundan dolayı yüce Allah daha sonra şöyle buyuruyor:

"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?"

"Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka hiçbir dostunuzun ve destekçinizin olmadığını bilmiyor musun?"

Buradaki müminlere yönelik hitap,uyarıcı ve hatırlatıcı niteliktedir. Çünkü onlara yegane dostlarının ve destekçilerinin yüce Allah olduğunu, O'ndan başka hiçbir dostlarının ve destekçilerinin bulunmadığını hatırlatıyor. Belki de bu uyarının ve hatırlatmanın sebebi, bazı müminlerin yanıltıcı yahudi propagandasına aldanmaları, onların aldatıcı gerekçeleri ile kafalarının karışması ve bunun sonucu olarak Peygamber efendimize güven duygusu ve kesin inançla bağdaşmayan sorular sormaya kalkışmalarıdır. Bir sonraki ayette dile gelen açık uyarı ve azarlama bunu gösterir:

"Yoksa vaktiyle nasıl Musa'yı sorguya tuttular ise siz de Peygamberinizi sorguya tutmak mı istiyorsunuz? Müminliği kâfirlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan sapmış olurlar."

Bu ayet, bazı müslümanları işi yokuşa sürme, peygamberlerinden açık deliller ve mucizeler isteme ve onu zora koşma bakımından Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) kavmine benzemelerini, özenmelerini kınayıcı niteliktedir. Kur'ana Kerim'in çeşitli yerlerinde anlatıldığı gibi Hz. Musa ne zaman yeni bir emir verse, ne zaman yeni bir yükümlülük bildirse yahudiler buna karşı işi yokuşa sürmüşlerdir.

Öteyandan bu ayet, müminleri bu yolun akıbeti konusunda da uyarıcı niteliktedir. Bu akıbet, sapıklık ve müminliği kâfirlikle değiştirmektir. Yine bu akıbet, yahudilerin sürüklendikleri sonuç olduğu gibi müslümanları da sürüklemeyi temenni ettikleri sonuçtur:

"Kitap Ehlinin çoğu, gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler."

Bu; iğrenç kindarlığın vicdanlarda körüklediği bir eğilimdir. Yani başkalarının elde ettikleri iyiliği onların elinden alma arzusu. Niçin? Bu durum sözkonusu şirret vicdanların gerçeği bilmemelerinden ötürü değil, tam tersine bilmelerinden ötürüdür! Tekrar okuyoruz:

"Gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı..."

Kıskançlık, İslâm'a ve müslümanlara karşı yahudilerin ruhlarından taşan ve bugün de devam eden kara ve iğrenç bir duygudur. Onların bütün desiseleri, bütün komploları bu dünyadan kaynaklanmıştır ve bugün de yaptıkları tüm düşmanlıklar bu duygunun bir sonucudur. Kur'an-ı Kerim onların bu iğrenç duygusunu iyi tanısınlar ve korunsunlar diye müslümanların gözleri önüne seriyor. Ve şunu da bilsin ki müslümanlar, daha önce cenderesinde kıvranıp durdukları küfür sisteminden Allah'ın nimeti sayesinde kurtulup kavuştukları İslâm'dan uzaklaştırıp yine o eski hayata döndürmek isteyen tüm çabalar da yahudinin ürünüdür, onun parmağı vardır bu işlerde. O iman ki; yüce Allah onun sayesinde müslümanları en yüksek payeye, onların kıskançlıklarını körükleyen en yüce nimete tek başına lâyık görmüştür.

Burada, yani bu gerçeğin açıkça ortaya çıktığı yahudilerin kötü niyetlerinin ve iğrenç kıskançlıklarının gözler önüne serildiği noktada Kur'an-ı Kerim, müslümanları onurlu davranmaya, kine kinle ve şirretliğe şirretlikle karşılık vermekten kaçınmaya, yüce Allah'ın dilediği zaman gerçekleşecek olan hükmü kendini gösterinceye kadar müsamahakâr davranmaya ve onların yaptıklarına şimdilik cevap vermemeye çağırıyor.

"Allah'ın emri gelinceye kadar onlara (yahudilere) aldırış etmeyin, yaptıklarını hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah herşeye kadirdir."

Yani; "Siz Allah'ın sizin için seçmiş olduğu yolda ilerlemeye devam edin, Rabbinize ibadet edin ve O'nun katında iyi amel biriktirin." Okumaya devam ediyoruz:

"Namazı kılın, zekâtı verin, kendi hesabınıza önceden gönderdiğiniz her iyiliği Allah katında bulursunuz. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızı görmektedir."

Böylece Kur'an-ı Kerim, bu ayeti ile müslüman cemaatin bilincini uyandırıyor, onun dikkatini tehlikenin kaynağı ve hilenin tuzak yeri üzerinde yoğunlaştırıyor, müslümanların duygularını kötü niyetlere, kahpece tuzaklara ve iğrenç kıskançlığa karşı koymaya hazırlıyor. Sonra onları, bu hazırlanmış ve yüklü enerji birikimini kaybetmeden yüce Allah'ın katına yöneltiyor, O'nun emrini beklemelerini ve davranışlarını O'nun iznine bağlamalarını buyuruyor. Sözkonusu ilâhî emir gelinceye kadar da onları hoşgörülü ve aldırışsız olmaya çağırıyor. Böylece kalpleri kinin ve nefretin kokuşmuşluğundan uzak biçimde mutlak emir ve irade sahibinin emrini temiz bir yürekle beklemelerini öneriyor.

_nesh konusunu araştıramadım henüz. bu konu hakkında söz söyleme durumunda değilim. Ben de seyyid kutub’un bu konuda yazdıklarını kesintisiz ve yorumsuz aktarıyorum…inşallah araştırmalarımızı yapınca bu konuya silahvekalemde yer veririz.(s.z.)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 155-157, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

4 Ekim 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 42


_yahudilerin müslümanlara karşı besledikleri kötü niyetli ve düşmanca duygular, kalplerinden taşan kıskançlık ve çekememezlik kompleksleri açığa çıkarılıyor. Bu kıskançlığın sebebi, yüce Allah'ın bağışını müslümanlara tahsis etmiş olmasıdır. Böylece müslümanların düşmanlarından sakınmaları, düşmanlarının kıskançlıklarına sebep olan imanlarına dört elle sarılmaları, yüce Allah'ın kendilerine tahsis ettiği bağışa karşı şükür borçlarım ödeyerek, bu bağışı korumaları telkin ediliyor: "Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de puta tapanlar Rabbinizden size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir."

Kur'an-ı Kerim, burada Ehl-i Kitap ile putperestleri (müşrikleri) kâfirlik açısından bir sayıyor. Bu grupların her ikisi de son peygambere gelen ilâhi mesajı inkâr ediyor. Bu bakımdan her ikisinin tutumu da aynıdır. Ayrıca bu grupların her ikisi de müminlere karşı kin ve çekememezlik duyguları beslemekte, onların iyiliğini istememektedirler. Bunların müminlerde en çok kıskandıkları şey, bu dinin kendisidir. Yani yüce Allah'ın onları bu iyilik için seçmiş olması, onlara Kur'an'ı Kerim'i indirmiş olması, bu nimeti onlara bağışlamış olması, evrenin en büyük emaneti olan "inanç emaneti"ni onların omuzlarına yüklemiş olmasıdır.

_Peygamberlikten ve ilâhi mesajı temsil etme görevinden daha büyük bir nimet yoktur. İmandan ve insanları iman etmeye çağırmaktan daha büyük bir nimet yoktur. Bu ifade, yüce Allah'ın bu bağışının büyüklüğü, bu lütfun sınırsızlığı konusunda müminlerin kalplerinde şuur uyandırıcı niteliktedir. Kâfirlerin, müminlere karşı duydukları kindarlık ile ilgili az önceki açıklama da müminlere son derece uyanık ve inançlarına bağlı olma bilincini aşılar. Müminlerin inancını zayıflatmak amacı ile yahudiler tarafından gerek tarihte ve gerekse günümüzde yürütülen yoğun yanıltma ve kuşkulandırma kampanyasına karşı koymak, bu saldırı okları karşısında ayakta kalmayı başarabilmek için yukarıda değindiğimiz her iki tür bilinç de kaçınılmaz derecede gereklidir. Yahudilerin, müslümanlarda görmekten en çok kıskanacakları "büyük iyilik" işte bu direnme yeteneğidir!

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 154-155, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

3 Ekim 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 41

_Bilindiği gibi İslâm'ın ortaya çıktığı ortamın şartları uyarınca, müslüman cemaati kuşatan şartlar ve gelişmelere bağlı olarak bu dinin bazı emir ve yükümlülükleri değişikliğe uğruyor, yürürlükten kalkıyordu. Anlaşılan yahudiler bu durumu bahane ederek sözkonusu emir ve yükümlülüklerin kaynağı hakkında kuşku uyandırmaya çalışıyor ve müslümanlara, "Eğer bu emir ve yükümlülükler Allah'tan gelselerdi, yürürlükten kaldırılmazlar, daha önceki emri bozan ya da değiştiren yeni bir emir verilmezdi" diyorlardı.

_Peygamberimiz onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar onu hiçbir zaman sevmeyecekler, kendisinden hoşnut olmayacaklardır. Aksi halde sözü edilen savaşlar, tuzaklar ve hileler sonuna kadar devam edecektir! İşte müslümanlara dönük saçma iddiaların ve yanıltıcı propagandaların ardına saklanan ve sözde inandırıcı delillerin gerisinde gizlenen kıyasıya mücadelenin içyüzü budur!

_"Raina" sözcüğünü kullanmanın yasaklanma sebebi hakkındaki rivayetler bize şu bilgiyi veriyor: Yahudilerin ayaktakımı bu sözle Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) hitap ederken bu sözü ağızlarını yayarak, avurtlarını şişirerek telâffuz ederek onun kasden "Ravene" köklü başka bir kelime ile aynı anlama gelmesini sağlıyorlardı. Bunu şunun için yapıyorlardı. Peygamberimize açıktan açığa sövmekten korktukları için bu çirkin maksatlarını gerçekleştirmek üzere ancak aptal çocukların başvurabilecekleri böylesine kaypak bir yolu tercih ediyorlardı.

İşte bundan dolayı yahudiler tarafından bir hakaret paravanı olarak kullanılan bu sözü kullanmak müminlere yasaklanıyor, bunun yerine ayaktakımı yahudilerin başka anlama çekemeyecekleri, telâffuz değişimine uğratamayacakları aynı anlama gelen başka bir kelimeyi kullanmaları emrediliyor ve böylece yahudilerin sözkonusu aptal çocuklara özgü amacı boşa çıkarılıyordu.(bakara 104 ve devamının mealiyle okunursa daha yararlı olur inşallah_s.z.)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 150-154, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

2 Ekim 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 40


_Pozitif bilimin günümüze kadar varlıklarını kabul ettiği bu esrarengiz güçler hakkında söyleyebildiği tek söz bunlara birtakım isimler takması olmuştur. Fakat bu güçlerin ne olduğu ve bu olayların nasıl meydana geldiği hususunda hiçbir şey söyleyememiştir.

_Sırf pozitif bilim henüz bu tür güçleri deney alanına aktaracak uygun metodlar geliştiremedi diye insan denen varlıkta bulunan bu tür meçhul yetenekleri, güçleri bir kalemde reddetmek, aslında bilimsel kılıflı bir egoizmden, bir şımarıklıktan başka birşey değildir.

Bu demek değil ki, her türlü hurafeye teslim olalım ve karşımıza çıkan her çeşit masalın peşinden gidelim. Bu konuda tutulacak en sağlıklı ve en ihtiyatlı yol insan aklının bu tür bilinmezler hakkında esnek bir tutum benimsemesidir. Yani bu tür esrarengiz güçleri ne mutlak olarak reddetmeli ve ne de gözü kapalı bir şekilde kabul etmeliyiz. Böylece insan aklı elindeki metodlarla bu metodları geliştirerek şimdi kavrayamadığı bu tür güçleri kavramayı başarmalı ya da sözkonusu meselelerin, kapasitesini aştığını itiraf ederek yeteneklerinin sınırlarını tanımalı ve şu evrendeki bilinmez güçlerin ve olayların varlığını kesinlikle onaylayarak tutumunu ona göre ayarlamalıdır.

_Bu arada acaba Harut ile Marut adındaki bu iki melek kimlerdi ve hangi dönemde Babil kentinde yaşadılar? Bir defa bunların hikâyesi yahudiler tarafından biliniyordu. Çünkü bu olaya işaret eden yukardaki ayeti ne yalanladılar ve ne de ona itiraz ettiler. Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde kısaca değinilerek geçilen daha başka olaylar da vardır. Sözkonusu olaylar muhatapları tarafından bilindiği için, bu olaylara kısaca değinmek, gözetilen amacı gerçekleştirmek için yeterli sayılmıştır. Bu tür olaylar hakkında ayrıntılı bilgi vermeyi gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü amaç, olayın ayrıntıları değildir.

Ben de elinizdeki bu tefsir kitabında bu iki melek hakkında bize ulaşan çok sayıdaki rivayete dalmak istemiyorum. Çünkü bunlar içinde hiçbir araştırma ürünü ve güvenilir rivayet yoktur.

_O insanoğlu ki simsiyah bir gecenin koyu karanlıkları arasında sürekli biçimde ilâhi meşalenin parıldayan ışınları peşinde emeklemekte, yürümekte ve koşmaktadır.

Uzun bir geçmişin gerisinde kaldıkları için bize göre belirsiz olan meselelerin peşine takılacağımıza bu ayetlerde yeralan açık hükümlü ve belirli anlamlı kavramlar üzerinde durmamız daha yerindedir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 148-150, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

1 Ekim 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 39

_Fakat ayette(bakara 101) kullanılan somutlaştırıcı ve tasvir edici anlatım tarzı, anlamı zihinsel çerçevenin dışına çıkararak algısal çerçeveye dönüştürüyor. Yahudilerin eylemini, maddi bir hareket aracılığı ile hayalimizde canlandırıyor. Bu eylem, etrafa dalga dalga nankörlük ve inkârcılık yayan, kalabalık ve aptallık köpüren, edepsizlik ve küstahlık taşan iğrenç ve gülünç bir manzara halinde somutlaşıyor. İnsan hayali bu çirkin hareketin görüntüsünden uzun süre kurtulamıyor. Yani yüce Allah'ın kitabını arkaya atan ellerin somut hareketi.

Sonra ne oldu? Yani önlerinde bulunan Tevrat'ı onaylayan yüce Allah'ın kitabını, Kur'an'ı arkalarına attıktan sonra ne oldu? Acaba bundan daha iyisine mi sığındılar? Acaba içinde hiçbir kuşku bulunmayan bir gerçeğe mi başvurdular? Yoksa Kur'an-ı Kerim'in onayladığı kendi kitaplarına mı sımsıkı sarıldılar dersiniz? Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Onlar hiçbir değişmez gerçeğe dayanmayan karanlık efsanelerin peşine takılmak için yüce Allah'ın kitabını arkalarına attılar.

_Ayette(bakara 102) daha sonra bu işin içyüzü anlatılıyor. Buna göre bu iki melek bizim bilgimizin dışında kalan bir hikmetin sonucu olarak insanlar için bir imtihan, bir deneme vesilesi olarak bulunuyorlar ve büyücülüğü öğrenmek amacı ile kendilerine başvuran herkesi peşinen uyarıyorlardı:

"Oysa bu iki melek `Bizler bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma' demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı."

_ancak yüce Allah'ın izni ile sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini ortaya çıkarabilir ve sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke müminin vicdanında son derece belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi kuralıdır. Bu kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır:

Eğer elini ateşe uzatırsan elin yanar. Fakat bu yanma eylemi ancak yüce Allah'ın izni ile gerçekleşir. Sebebine gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline yanma yeteneği sunan Allah'tır. Buna göre yüce Allah yalnız kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu yakma ve yanma eylemlerine izin vermeyeceği zaman bunların bu özelliklerini gidermeye kadirdir; tıpkı Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun) olayında olduğu gibi.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 145-147, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince