__________bismillahirrahmanirrahim__________

rahman ve rahim olan, esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla

30 Kasım 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 99


_yolculuk ve hastalık dışında kalan bu muafiyetli durumlarda sıkıntılarına rağmen oruç tutmanın tercih edilmesi özendirilmiştir. Ayetin o cümleciğini de tekrarlayalım:

"Ayrıca eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır."

Yani, "Eğer bu durumda oruç tutmanın içerdiği hayrı, yararı bilirseniz, takdir edebilirsiniz..."

Bu özendirici ifade orucun irade eğitimini sağlayıcı, dayanma gücünü geliştirici ve yüce Allah'a ibadet etmeyi şahsî rahata tercih ettirici fonksiyonuna dikkatimizi çekiyor ki, bunların hepsi İslâmî eğitimin müslümanlara kazandırmak istediği unsurlardır. Yine bu orucun, hastalar dışında kalan kimseler için taşıdığı sağlıkla ilgili avantajların oruç tutarken zorluk duyanlar için bile geçerli olduğuna da dikkatlerimizi çekmektedir.

Yorumu nasıl yapılırsa yapılsın, bu ilâhî direktif, sağlığı yerinde ve yolcu olmayan müslümanlardan oruç tutmayıp karşılığında fidye verme kolaylığının kaldırılmasına hazırlık ve mutlak anlamda oruç tutmanın farz olduğunu vurgulama özelliği taşır. Nitekim daha sonraki ayette bu husus belirtiliyor. Bu kolaylık hükmü, sadece orucun bitkin düşüreceği ve tutamadığı günleri ilerde kaza edebilecek bir duruma geleceği beklenmeyen aşırı yaşlılar için geçerli kalmıştır.

Nitekim İmam-ı Malik'in bildirdiğine göre sahabilerden Hz. Enes oruç tutamayacak derecede yaşlanınca oruç tutmayarak yerine fidye vermişti. Sahabilerden Abdullah b. Abbas (Allah onlardan razı olsun) bu konuda "Bu hüküm, yürürlükten kaldırılmadı (neshedilmedi). Oruç tutamayacak derecede yaşlanmış erkek ve kadınlar hakkında geçerlidir, böyleleri oruçsuz geçirdikleri her Ramazan günü yerine bir yoksulu doyururlar" diyor. İbn-i Ebu Leylâ da; "Bir Ramazan günü Ata'yı ziyaret ettim, yanına girdiğimde yemek yiyordu" dedikten sonra sözlerine şunları ekliyor; "Abdullah b. Abbas, bir sonraki ayetin, bu ayetin hükmünü yürürlükten kaldırdığını, bu durumda bu kolaylığın sadece aşırı yaşlılar için geçerliliğini sürdürdüğünü, bu tür yaşlıların istedikleri takdirde oruçsuz geçecek her günleri için bir yoksul doyurarak farz orucu tutmayabileceklerini söylemişti". Şurası açıktır ki, "İçinizden kim o aya erişirse onu oruçla geçirsin" şeklindeki bir sonraki ayet, sağlığı yerinde ve yolcu olmayan kimseler için kolaylık hükmünün yürürlükte olmadığını kanıtlamaktadır.

Sağlığı yerinde ve yolcu olmayan kimseleri, bu farzı yerine getirmeye özendiren bir başka gerekçe de şudur: Bu oruç, içinde Kur'an-ı Kerim'in indirildiği ay olan Ramazan ayında tutulacaktır. Kur'an-ı Kerim'in Ramazan ayında indirilmesi de ya bu kitabın bu ayda inmeye başlaması veya büyük bir çoğunluğunun bu ayda inmiş olması anlamındadır. Oysa Kur'an, bu ölümsüz ümmeti karanlıktan aydınlığa çıkaran, ona bu orjinal yapısını kazandırmış,olan, onun endişe dolu hayatını güvene dönüştüren, yeryüzüne egemen olmasını sağlayan, daha önce bir hiç olduğu halde kendisine ümmet olmanın temel dayanaklarını bağışlayan bir kitaptır. O temel dayanaklar ki, eğer ortadan kalkarlarsa bu ümmet ne ümmet olarak kalabilir, ne yeryüzünde yeri olabilir ve ne de göklerde adı geçebilir. Kur'an-ı Kerim'in sağladığı bu nimetin gerektirdiği şükrün asgarî derecesi, bu kitabın indiği ayda oruç tutmaktır:

"Ramazan ayı ki, o ayda Kur'an, insanlara yol gösterici, doğru yolu belirtici, eğri ile doğruyu birbirinden ayırdedici olarak indirildi. İçinizden kim bu aya erişirse onu oruçla geçirsin. Kim hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca sonraki günlerde oruç tutsun."

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 268-269, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

29 Kasım 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 98

_Şimdi de yolculuk durumu konusundaki değişik örnekler ile ilgili birkaç hadisi ve Peygamberimizin uygulamasını gösteren bazı belgeleri inceleyelim. Bu durumların bazılarında Peygamberimizin, müslümanları oruç tutmamaya özendirdiğini, yönlendirdiğini, bazılarında da oruç tutmaya herhangi bir yasak getirmediğini göreceğiz. Bu örnekler, bir bütün halinde incelendiği takdirde,ilk müslümanların bu meseleyi nasıl algılamış olduklarını anlamamıza, son dönem fıkıh bilginlerinin elinde dini hükümler karmaşık bir niteliğe bürünmeden önce onların bu meseleye nasıl baktıklarını belirlememize yardım edecek özelliktedirler. Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz ilk müslümanların uygulaması daha canlı, fıkıh araştırmalarına göre İslâm'ın özüne ve karakterine daha bağlı ve uyumludur. Bu inanç sistemi ve onun karakteri ile ne oranda iç içe yaşanır, onların havası ne kadar çok teneffüs edilirse kalplerimizde daha canlı bir haz duygusu meydana getirecekleri kuşkusuzdur:

1-Sahabilerden Cabir'in (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre "Peygamber efendimiz Fetih yılının Ramazan ayında Mekke seferine çıkmıştı. `Kura-ı Ğanim' denilen yere kadar oruç tutmuştu, yanındakiler de oruçluydular. Burada bir maşraba su istedi ve su dolu maşrabayı herkesin göreceği biçimde havaya kaldırdıktan sonra içti. Bir süre sonra kendisine `Bazıları yine de oruç tutmaya devam ettiler' denildi. Bunun üzerine Peygamberimiz; `Onlar asidirler, onlar asidirler' buyurdu." (Müslim, Tirmizi59) … devamında birkaç tane daha hadis rivayetine yer verilmiş, o kısmı diğer meal sitemizden (kuranikerimmealleri.blogspot.com) takip edebilirsiniz, buraya almıyoruz…(s.z.)

_Bu açıklamayı fıkıh tartışmalarının ayrıntılarına dalmak için yapmış değilim. Maksadım, ibadet amaçlı davranışlara yönelik bakış tarzı ile ilgili temel kuralı yerine oturtmak, bu davranışlar ile onlar tarafından uyandırılması gereken belirli bilinç hali arasındaki sıkı ilişkiyi vurgulamaktır. İbadet amaçlı davranışların başta gelen amacı, bu bilinç hali olduğu gibi, ibadeti yapan kimsenin davranışını yönlendirecek olan, onun duygu ve vicdanının eğitiminde, ibadeti iyi bir şekilde yapmasında ve pratik hayattaki davranışlarının arzu edilen niteliği taşımasında birinci dereceli dayanak noktası da bu bilinç halidir.

Bunun yanısıra diğer bir amaç da şudur: Bizim bu dini yüce Allah'ın iradesi doğrultusunda tam bir teslimiyet ve takva duygusu içinde hareket ederek, hükümlerin katî ya da ruhsatlı olup olmadığına bakmaksızın Allah'ın hikmetinden emin olmuş bir ruh hali ve sağlam bir bilincin kontrolünde benimsememiz gerektiğini vurgulamak istiyorum.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 264-267, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

28 Kasım 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 97


_bu din yüce Allah'ın dinidir, insanların dini değil... Yüce Allah bu dinin dengeli bir gelişimini sağlamak için nerede kolaylık tanıyıp hangi durumlarda zora başvurması gerektiğini herkesten daha iyi bilir. Bu açıdan bakıldığında, herhangi bir konuda kolaylık gösterilmişse, bu, kolaylık gösterilmeden bazı faydaların sağlanamayacağından dolayıdır. Bundan dolayı Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ashabına yüce Allah'ın kendilerine tanımış olduğu kolaylıklardan yararlanmalarını emretmiştir.

Diyelim ki, insanların herhangi bir kuşağı bozuldu, yoldan çıktı. Bu insanların düzeltilmeleri, ıslâh edilmeleri, bazı dini hükümleri ağırlaştırarak olmaz; bu ancak onları doğru bir eğitimden geçirmek suretiyle kalplerini düzelterek ve ruhlarında takva duygusunu canlandırarak mümkün olabilir. Diyelim ki, insanlararası ilişkileri düzenleyen hükümlerde (muamelâtta) sıkı bir tutum benimsemek, insanların bozuk dönemlerinde, caydırıcı ve bahanelerin yolunu tıkayıcı ve olumlu bir çözüm şeklidir. Fakat o alanda bu metod geçerli olsa bile ibadet amaçlı hareketlerde durum farklıdır. Çünkü ibadet amaçlı hareketler, hesabı Allah ile kul arasında kalan konulardır, bunlar insanlararası ilişkileri düzenleyen meseleler gibi doğrudan doğruya kamu yararını ilgilendirmezler. Kamu yararını yakından ilgilendiren hükümlerde dış görünüş gözönüne alındığı halde, ibadetlerde, bunlar takva temeline dayanmadıkça, dış görünüş hiçbir işe yaramaz. Kalplerde takva bulununca hiçkimse yerine getirmesi gereken farzdan kaçmaz, kolaylık ilkesini sadece gönül huzuru duyduğu, daha yararlı olduğunu düşündüğü durumlarda uygular, ancak bu yolla Allah'ın emrine uyacağı kanısına varırsa karşılaştığı görevin muafiyetli şıkkından yararlanır.

Buna karşılık ibadetler ile ilgili hükümlerde genel olarak ağırlaştırıcı bir tutum benimsemek ya da Kur'an-ı Kerim'in tanıdığı kolaylıklardan bazı kısıntılar yapma eğilimine yönelmek, zaten dini görevlerini zora koşmaya meraklı olanlara yeni birtakım zorluklar getirebilir, fakat kaytarıcıları yola getirme konusunda önemli bir fayda sağlamaz.

Durum ne olursa olsun, işin en doğrusu her konuyu, her meseleyi yüce Allah'ın isteğine uygun olarak ele almamız, onu Allah'ın murad ettiği şekilde benimsememizdir. Çünkü O, gerek kolaylıkların gerekse zorlamaların arkasında bulunan kısa ve uzun vadeli yararları bizden daha iyi bilir ve daha isabetli biçimde belirler. Bu alandaki sözlerin özü budur.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 263-264, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

27 Kasım 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 96

_Oruç…

İlahi hayat düzenini yeryüzünde hakim kılmak, insanlığa önder ve örnek olmak amacıyla kendisine Allah yolunda cihad etmesi farz kılınan bu ümmete, oruç tutmanın da farz kılınması son derece doğaldı. Çünkü oruç, azimli ve kesin iradeyi geliştirme alanı, insanın Allah (c.c) ile itaat ve boyun eğme ilişkisi kurma ortamıdır. Bunların yanısıra oruç, bütün organik zaruretlerin üzerine yükselme, yüce Allah katındaki hoşnutluğu ve nimetleri tercih ederek bu organik zaruretlerin baskısına ve ağırlığına dayanmak, katlanmak ortamıdır.

Çeşitli engeller ve türlü türlü dikenlerle döşenmiş bir yolun meşakkatlerine göğüs germeye hazırlanan vicdanlar için bütün bunlar gerekli unsurlardır. O engelli ve dikenli yol ki, arzular ve istekler orasında-burasında pusuya yatmış ve yolcusunun kulaklarında binlerce kışkırtıcı içgüdünün ayartıcı nağmeleri çınlamaktadır!

Bu söylediklerimizi değerlendirirken, uzun insanlık tarihi boyunca ortaya çıkarılmış orucun olumlu organik ve fizyolojik sonuçlarını da gözönünde bulundurmalıyız. Gerçi ben dinimin farzlarını ve özellikle ibadetler ile ilgili ilâhi direktifleri gözle görülebilir, somut yararlara bağlama eğilimine aslında karşıyım. Çünkü bu direktiflerin asıl hikmeti, temel gerekçesi insan denen varlığı yeryüzünde oynayacağı role hazırlamak, unu Ahiret hayatında kendisi için tasarlanan kemal derecesine doğru ilerletmektir..

Böyle olmakla birlikte bu farzlar ve direktifler ile ilgili olarak bilimin ortaya koyduğu ve insan düşüncesinin kabul ettiği faydaları da inkâr ettiğim anlamına çekilmemeli bu. Genel olarak bütün farzlarda ve bütün yönlendirici direktiflerde ilâhî tasarlayıcılığın (tedbirin) insanın varlığını nasıl gözettiğini gözlediğim ve fark ettiğim için böyle düşünüyorum. Fakat ilâhî yükümlülüklerin hikmetini, gerekçesini sadece insan bilgisinin ortaya koyduğu somut yararlara bağlamaktan, bu yükümlülüklerin gerçekleri sırf bu faydalarmış gibi bir saplantıya kapılmaktan kesinlikle kaçınmak gerekir. Çünkü insan bilgisinin alanı dardır. Yüce Allah'ın gerek insana ve doğallıkla şu evren bütününe yüklemiş olduğu bütün fonksiyonların hikmetini kavrayacak kapasite ve düzeyde değildir insan aklı.

_Yüce Allah her yükümlülüğün insan nefsi tarafından benimsenip yerine getirilebilmesi için O'nun itici ve coşturucu desteğine gerek olduğunu, sözkonusu yükümlülük ne kadar hikmet ve yarar içerirse içersin onun insan psikolojisi tarafından hoşnutlukla ve yüksünmesiz bir onayla karşılanabilmesi için bu ilâhî özendirmenin ne kadar gerekli olduğunu kuşkusuz herkesten iyi bilir.

Bundan dolayı oruç yükümlülüğü konusuna müminlere yönelik bu sevimli kendilerine aslî niteliklerini hatırlatıcı hitaplar giriyor. Bu müşfik(sevecen,şefkatli) seslenişten sonra, Allah'ın indirdiği bütün eski dinlerde de orucun farz kılındığı, bu farzın ilk ve asıl amacının mü'min kalpleri takvaya, duyarlılığa, Allah'tan korkmaya ve arınmışlığa hazırlamak olduğu anlatılıyor:

"Ey müminler,sizden önceki ümmetlere olduğu gibi, günahlardan arınasınız diye, size de oruç tutmak farz kılındı."

_kalplerde uyanış meydana getirerek Allah'a itaat etmek ve O'nun rızasına, hoşnutluğuna öncelik tanımak üzere bu ibadetin yapılmasını sağlayan faktör, takvadır. Ayrıca günahların, hatta insanın içinden hızla gelip geçen kışkırtmalar biçimindeki günah meyilli duyguların, orucu bozmasını, zedelemesini önlemek amacıyla bu kalplerin koruculuğunu üstlenen faktör de takvadır.

_ Eğer yüce Allah belirli bir hükmün gerekçesini açıklamadı ise biz ona aklımız sıra bazı sebepler yakıştırarak yorum getiremeyiz. Bunun yerine, hikmeti bizim için gizli kalsa da sözkonusu hükme noktası noktasına uyarız. Çünkü o hükmün arkasında mutlaka bir hikmet vardır. Bizim o hikmeti mutlaka kavramamız şart değildir.

_Eğer muafiyetlerden noktası noktasına yararlanmayı savunursak, bu durumun kolaylık ve ruhsat düşkünlerini aşırı derecede kolaycılığa sürükleyeceği ve bunun sonucu olarak en ufak bir sebep yüzünden ibadetleri ihmal etmeye yolaçacağı ileri sürülebilir. Nitekim bu ihtimal fıkıh bilginlerini bu konuda işi sıkı tutmaya ve çeşitli şartlar ileri sürmeye sevk etmiştir.

Fakat şahsî inancıma göre bu ihtimal, Kur'an-ı Kerim'in sınırlandırmadığı bir hükmü kayıtlara bağlamaya kalkışmayı haklı gösteremez. Çünkü din, insanları Allah'a itaat ettirmek için zincirlerle bağlayıp sürüklemez; benimsenen yol takvadır. Bu ibadetlerin amacı özellikle ve yalnızca takvadır, Allah korkusudur. Buna göre dinin herhangi bir farzından, kolaylık ve ruhsat ilkesi perdesi arkasında, kaytaran kimsede zaten başlangıçta hayır yok demektir. Çünkü bu durumda farzı yerine getirmenin ilk amacı gerçekleşmez.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 260-263, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

26 Kasım 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 95


_Mirasçı olmayan akrabalara dönük vasiyyetin hikmeti, akrabalık ilişkisi gerekçesi ile yardım etmekle görevli olduğumuz bazı yakınlarımızın, daha yakın bazı akrabalarımız önlerini kestikleri için miras ayetlerine göre mirasçımız olamadıkları durumlarda açıkça ortaya çıkar. Vasiyyet, miras sınırları dışında kalan genel bir aile-içi dayanışma türüdür. Bu yüzden "geleneklere uygun" olmak ve "Allah korkusu (takva)" taşımak kayıtlarına bağlanmıştır.

"...Geleneklere uygun biçimde Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur."

Demek oluyor ki, vasiyyet yapılırken ne mirasçılara haksızlık edilir ve ne de mirasçı olmayanlar ihmal edilir. Aksine, bu farz yerine getirilirken hakkaniyet ve adalet ölçülerine bağlı kalınarak yardımseverlik ve özveri yaklaşımı içinde takva şartı aranır. Bununla birlikte mirasçı olmayan akrabaların, mirasçı akrabaları zarara uğratmalarını önlemek amacıyla Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) vasiyyete ayrılabilecek olan mal oranını üçte bir ile sınırlamıştır. Vasiyyetlerin toplam dilimi, bu oranı aşmamalıdır: Hatta bu oranın dörtte bir olması daha da iyidir. Görüldüğü gibi bu konu hem yasal yaptırıma ve hem de takvaya (Allah korkusuna) dayandırılmıştır. Zaten İslâm'ın uyumlu ve dengeli olarak gerçekleştirdiği diğer bütün sosyal düzenlemelerin karakteri de aynıdır.

_Kuşkusuz yüce Allah işiten ve gören olarak en iyi şahittir. O, vasiyyeti bırakanın da şahidi olduğu için onu ölümünden sonra yapılan haksız değişikliklerden dolayı sorumlu tutmaz. O, aynı zamanda vasiyyeti değiştirenin de şahidi olduğu için onu yaptığı değiştirme suçundan dolayı sorumlu tutar.

_nasıl ki kısas hükmü takva neticesine bağlanmışsa aynı şekilde vasiyyet işlemi de takva temeline oturtulmuştur. Zaten imana bağlı düşünce tarzında ve İslam toplumunda her iş ve her eylem bu temele bina edilmiştir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 258-260, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

25 Kasım 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 94

_"Ola ki, bu sayede adam öldürmekten sakınırsınız."

İşte insan vicdanını saldırganlıktan, önce adam öldürme biçiminde ve sonra da intikamcılık şeklindeki saldırganlıktan alıkoyan engel ve bağ budur; takva, yani kalbin Allah korkusunun bilincine varması, bu yönde duyarlık kazanması, O'nun öfkesinden çekinip hoşnutluğunu araması.

Bu bağ, bu engel olmayınca hiçbir şeriat ayakta kalamaz, hiçbir kanun etkili olamaz, hiçbir güvenlik önlemi yararlı olamaz; ruhtan, duyarlıktan, insanınkinden daha büyük bir güç kaynağına bağlı korkudan ve beklentiden yoksun hiçbir yasal düzenleme yeterli olamaz.

Gerek Peygamberimiz zamanında gerekse Raşid Halifeler döneminde hadd cezasının uygulanmasını gerektiren ağır suçların neden bu kadar az, hatta seyrek olduğunu,biz ancak bu faktörün ışığı altında açıklayabiliriz. Üstelik o iki dönemde işlenmiş olan bu tür tek-tük suçların çoğunluğu suçluların gönüllü ve iradeli itirafı ile ortaya çıkmıştı. Çünkü o dönemlerde takva, Allah korkusu vardı. Bu Allah korkusu vicdanların derinliklerinde ve kalplerin en saklı köşelerinde uyanık bir bekçi gibi nöbet tutarak vicdanları ve kalpleri ceza alanlarından uzak tutuyordu. Bunun yanısıra fıtrî yapının gizli sırlarını ve kalplerin iç oluşumlarım gören, aydın şeriat düzeni bütün etkinliği ile yürürlükte idi. Ayrıca, bir yandan sosyal kurumlar ile yasal düzenlemeler, öbür yandan yönlendirici direktifler ile ibadetler arasında birbirini tamamlayıcı bir koordinasyon vardı. Bu faktörlerin tümü, ortak bir uyum içinde düşünce sistemi sağlıklı, duygu dünyası sağlıklı, davranışları temiz, hareketleri temiz bir toplum oluşturmak için işliyor, işbirliği halinde etkilerini gösteriyorlardı. Çünkü bu toplum ilk mahkemesini, ilk yargılamasını vicdanların içinde gerçekleştiriyordu!

"Hatta kimi zaman insandaki hayvanî yönün dizginden çıktığı ve bunun sonucu olarak tökezlediği, yoldan çıktığı bir anda hiç kimsenin görmediği ve kanun elinin uzanamadığı yerlerde suç işlendiği zaman, bu, iman sahibini kıyasıya kınayan bir vicdana, yakıcı bir iç azabına ve korkutucu bir hayale dönüşürdü. O durumda bu imanın sahibi suçunu kanun önünde itiraf ederek kendi kendini ağır cezaya çarptırmadıkça ve bu ağır cezayı gönüllü olarak, güven içinde yüce Allah'ın gazabına uğramaktan ve Ahirette cezaya çarpılmaktan kurtulmanın bir bedeli kabul ederek çekmedikçe durulamaz, huzur bulamazdı."

İşte bu takvadır.. Takva işte budur..

_alıntılar: 1. cilt, sayfa 257, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

24 Kasım 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 93


_Kısas, ne intikam almak ve ne de kin duygularını tatmin etmek demektir. Kısas, bunlardan daha yüce, daha üstün bir değerdir. O, hayat içindir, hayat uğrunadır, hatta hayatın ta kendisidir. Sonra da bu farzın hikmetini düşünmeyi, üzerinde kafa yormayı, kalpleri, Allah korkusu ile canlandırıp coşturmayı amaçlayan bir hükümdür.

Kısas hükmünün içerdiği hayat herşeyden önce canileri adam öldürmekten caydırmasından kaynaklanır. Çünkü öldüreceği insanın hayatına karşılık kendi hayatından olacağından kesinlikle emin olan kimse, elbette adam öldürmeye kalkışmadan önce aklını başına alacak, düşünecek ve "Böyle bir işi yapayım mı, yoksa yapmayayım mı?" diye tereddüt edecektir. Ayrıca fiilen işlenen cinayetlerde öldürülenin ailesinin ve yakın akrabalarının gönül yaralarını iyileştirmesi, bu gönüllerdeki kin ve intikam özlemini dindirmesi bakımından "kısasta hayat vardır". O intikam özlemi ki, bir defa harekete geçti mi, hiçbir noktada durmak bilmiyor. Tıpkı eski Arap kabilelerinde olduğu gibi; Öyle ki, Araplar arasında dilden dile dolaşmış olan Besus savaşında görüldüğü gibi bu öç alma duygusunun körüklediği savaşların aralıklı olarak kırk yıla kadar sürdüğü oluyordu. Biz bu manzarayı günümüzün pratik yaşantılarında da gözlüyoruz. Kuşaktan kuşağa aktarılarak sürdürülen aileler arası kinler ve öç alma duyguları gözlerine kestirdikleri kurbanlarının kanlarını sel gibi akıtıp duruyor ve hiç dinmek bilmiyorlar.

Ayrıca daha kapsamlı ve daha genel anlamda da "Kısasta hayat vardır". Çünkü bir ferdin yaşama hakkına karşı düzenlenen saldırı, aslında hayatın tümüne karşı, öldürülen ile birlikte hayat sürecini paylaşan, hayattaki bütün insanlara karşı girişilmiş bir saldırı olduğuna göre eğer kısas yasası, caniyi bir tek cana kıymaktan caydırmış ya da alıkoymuş ise, aslında onu hayatın bütününe saldırmaktan alıkoymuş, caydırmış demektir. Başka bir deyimle bu caydırmada, bu alıkoymada mutlak anlamda hayatın kendisinin kurtuluşu sözkonusudur. Sadece bir ferdin, sadece bir ailenin ya da sadece bir toplumun hayatının değil, hayatın özünün kurtuluşu.

_alıntılar: 1. cilt, sayfa 256, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

23 Kasım 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 92

_Bu düzenleme sayesinde İslam'ın ufkunun ne kadar geniş olduğunu, yasa koyarken insan psikolojisinin içgüdülerini ne kadar yakından tanıdığını, yapısında varolan temel eğilimleri nasıl inceden inceye bildiğini somut bir biçimde idrak ediyoruz. Neden derseniz, kan davası fıtrî ve doğal bir realitedir. İslâm bunu kısas yasasını belirleyerek karşılıyor. Kesin adalet, nefislerin şirretçe eğilimlerini kırar, gönüllerdeki kin alevini söndürür ve katili de cinayet işlemeye devam etmekten alıkor.

Fakat İslâm, bir yandan da affetmeyi sevdiriyor, ona kapı açıyor ve sınırlarını çiziyor. Fakat kısas yasasını ortaya koyduktan sonra İslâm'ın affetmeye çağırması, insan fıtratını baskı altına alıp ona kaldıramayacağı bir şeyi yüklemek ve yükü taşımayı zorunlu tutmak biçiminde değil, gönüllülük çerçevesi içinde haktan vazgeçmeye çağırma biçimindedir.

Bazı rivayetlere göre bu ayetin hükmü yürürlükten kaldırılmış(neshedilmiş)tir. Sözkonusu rivayetler, bu hükmün daha sonra inen ve kısasta mutlak olarak "cana karşılık can" ilkesini getiren aşağıdaki ayet tarafından yürürlükten kaldırıldığını ileri sürerler:

"Tevrat'ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu, onun günahlarına keffaret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridirler."

Ünlü müfessir İbn-i Kesir, tefsirinde bu konu ile ilgili olarak şöyle diyor: "İmam Ebu Muhammed b. Hatem'in Yahya b. Abdullah b. Bukeyr'e, onun da Abdullah b. Luhaya'ya ve onun da Ata b. Dinar'a dayanarak anlattığına göre bu ayetin iniş (nüzul) sebebi hakkında sahabilerden Saad b. Cubeyr (Allah hepsinden razı olsun) şu bilgiyi veriyor:

"Ey müminler, size öldürülenler hakkında kısas farz kılındı. (Yani kasıtlı adam öldürme olaylarında) Hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın olarak..."

Bu ayet şu olay üzerine indi. İki Arap kabilesi müslüman olmadan az önce aralarında vuruşmuş, her iki taraf da birçok ölü ve yaralı vermişti. Köleleri ve kadınları bile öldürmüşlerdi ve birbirinden öç almaya fırsat bulamadan müslüman olmuşlardı. Fakat her iki kabile de birbirine karşı savaş malzemesi ve mal stoku yaparak savaşa hazırlanıyordu. Bu arada karşılıklı olarak, kendilerinden ölen her köleye karşılık hür bir insan ve her kadına karşılık bir erkek öldürmedikçe aralarındaki vuruşmaya son vermeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Bunun üzerine bu iki kabile hakkında daha sonra "cana can" ilkesini getirmiş olan ayetle yürürlükten kalkmış olan "Hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın..:' ayeti indi. Ayrıca Ebu Malik'ten de, bu ayetin "cana can" ilkesini getiren ayetle yürürlükten kaldırıldığı rivayet edilmiştir."

Fakat benim anladığıma göre bu ayetin yeri ile "cana can" ilkesini ortaya koyan ayetin yeri farklıdır, bu ayetlerin birbirininkinden ayrı uygulama alanları vardır. "Cana can" ilkesini getiren ayetin uygulama alanı, belirli bir kişiden yine belirli bir kişiye ya da belirli birkaç kişiden belirli bir veya birkaç kişiye yöneltilmiş ferdî saldırılardır. Bu durumlarda eğer cinayet kasıtlı biçimde işlenmiş ise katil sorumlu tutularak cezalandırılır.

Fakat bizim şu anda incelemekte olduğumuz ayetin uygulama alanı, tıpkı yukarda anlatılan iki Arap kabîlesinin olayında olduğu gibi, toplu saldırılardır. Bu tür olaylarda bir ailenin başka bir aileye, bir kabilenin başka bir kabileye, bir toplumun başka bir topluma saldırarak karşı tarafın bir bölüm hür insanını, kölesini ve kadınını öldürmesi ya da yaralaması sözkonusudur. Bu durumlarda kısas ilkeli adalet terazisi ortaya konduğunda, bu tarafın hür bir kişisi karşı tarafın hür bir kişisine, bu tarafın bir kölesi karşı tarafın bir kölesine ve bu tarafın bir kadını karşı tarafın bir kadınına denk tutulur. Aksi halde bir toplumun ortaklaşa olarak başka bir topluma saldırı düzenlediği bu tür olaylarda kısas ilkesi nasıl uygulanabilir?

Eğer bu görüş doğru ise o zaman ne bu incelediğimiz ayetin yürürlükten kalkmış olması ve ne de kısas ayetleri arasında herhangi bir çelişkinin olması sözkonusudur.

Bir sonraki ayette kısas hükmünün derin hikmeti ve uzun vadeli faydası amaçlanarak bu konu noktalanıyor:

"Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır. Bu sayede adam öldürmekten sakınırsınız."

_aktardığımız kısım hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz sadece aktarmakla yetiniyoruz. s.z_

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 254-256, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

22 Kasım 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 91


_Oruçla ilgili açıklamaların arkasından itikâftan sözedildikten sonra da aynı uyarı, yani takva uyarısı şöyle vurgulanıyor:

"Bunlar, Allah'ın çizdiği sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah insanlara ayetlerini böyle açıklıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler."

Bütün bunların yanında bir bölümünü yukarıya aldığımız ayetlerden başka bu bölümün sonlarında okuyacağımız diğer bir grup ayet de takvayı vurgulamaktan, kalplerde Allah duyarlığını ve bilincini harekete geçirmekten geri kalmaz. Sözünü ettiğimiz sonuç cümlelerini birlikte okuyalım:

"Size doğru yolu gösterdi diye O'nu tekbir etmenizi (ululuğunu dile getirmenizi) ister, ola ki, kendisine şükredersiniz."

"O halde onlar da benim çağrıma olumlu cevap vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar."

"Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitir ve bilir."

"Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir."

Bu üslup, dikkatleri bu dinin özüne çeken bir tutarlılık, bir sürekliliktir. Bu din bölünmez bir bütündür. Bu dinin gerek sosyal düzenlemeleri gerek hukukî kuralları ve gerekse ibadet amaçlı hareketleri, bir bütün olarak, içerdiği inanç sisteminin türevleridir, hepsi de bu inanç sisteminin doğurduğu genel düşünceden kaynaklanır, tümü tek bir bağla yüce Allah'a sımsıkı bağlıdır ve yine hepsi ortak amaçları olan kullukta buluşup birleşirler.. Tek Allah'a kullukta.. Yaratan, rızık veren ve insanoğlunu şu varlık aleminde kendine halife olarak atamış olan Allah'a kullukta. Yalnız, bu halifelik, insanların O'na inanması, ibadetlerini sırf O'na yöneltmeleri ve düşüncelerini, yaşama düzenlerini, hukuk sistemlerini sırf O'nun ilkelerine dayandırmaları şartına bağlıdır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 252-253, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

21 Kasım 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 90

_Bütün insanlığın önderi olmakla, yeryüzünde adaleti ve huzuru gerçekleştirmekle görevlendirilen bir ümmetin yolu üzerinde karşısına çıkacağı kaçınılmaz olan meşakkatlere, sıkıntılara karşı kendini hazırlaması, "Darlıkta, zorlukta, savaş sırasında sabırlı olması", yokluk ve yoksulluk karşısında sabırlı olması, hastalığa ve güçsüzlüğe karşı sabırlı olması, eksiklik ve yetersizlik karşısında sabırlı olması, savaşta ve kuşatma altında sabırlı olması, kısacası her türlü musibete karşı sabırlı olması şarttır. Çünkü ancak bu sayede büyük görevinin üstesinden gelebilir, kendi için belirlenmiş rolü sebat, güven, soğukkanlılık ve gönül rahatlığı içinde oynayabilir.

Bu ayette bu sıfat, yani "darlıkta, zorlukta ve savaş sırasında sabretme" sıfatı diğerleri arasında ön-plâna çıkarılıyor. Bu ön-plâna çıkarma işlemi, metinde "sabirin (sabırlılar)" sözcüğü farklı bir sözdizimi kuralına tabi tutularak, diğerlerinden ayrı tutulduğu vurgulanmak suretiyle gerçekleştiriliyor. Sebebine gelince, daha önceki iyilik sıfatları merfu' oldukları halde sırf "sabirin" kelimesi önünde "Ehesse" fiilinin olduğu farzedilerek mensub olarak okunmuştur. İyiliğin sıfatları anlatılırken sabırlılığa bu şekilde özel bir dikkat çekilmiş olmasının' ağırlıklı bir anlamı vardır. Bu dikkat çekme üslubu sabırlıları ön-plâna çıkarıp öbür sıfatları taşıyanlardan daha imtiyazlı bir konuma çıkarıyor. Allah'a, meleklere, kitaba, peygamberlere inanmak, sevilen malı gözden çıkararak başkalarına vermek, namaz kılmak, zekât vermek ve antlaşmalara bağlı kalmak nitelikleri karşısında bu niteliğe seçkinlik kazandıran bir dikkat çekme işlemidir bu. Bu da sabırlılar için büyük bir derece ve sabır sıfatının Allah'ın terazisinde değerli sayıldığını gösteren bir dikkat çekme olayıdır. (Daha ayrıntılı açıklama için bu Cüz'ün bir önceki dersinde okuyup incelediğimiz "Ey iman edenler, namaz ve sabırla yardım dileyin" diye başlayıp "... İşte onlar için Rabblerinden mağfiret ve rahmet vardır." şeklinde biten ayetin açıklamasına başvurulabilir.)

_bu ilâhî sisteme sırt çeviren, ondan kaçan, ona karşı savaş açan, ona ve ona çağıran herkese karşı düşmanlık besleyen, insanlara göz atıyor ve ellerimizi esefle havaya açarak yüce Allah'ın şu sözünü tekrarlıyoruz: "Yazıklar olsun kullara."(Yasin Suresi, 30)

Sonra bir daha gözlerimizi açıp etrafa bakınca az önceki hayıflanmamız ve üzüntümüz dağılarak, yerini yüce Allah'a bağlanmış güçlü umudumuza ve bu hayat tarzının sarsılmaz derecede kuvvetli olduğuna beslediğimiz kesin inanca bırakıyor.

Bu arada bakışlarımızı geleceğe dikiyoruz ki, ufukta bir ümit, parlak ve ışık saçan bir ümit parıldıyor. Şu insanlığın uzun bir sıkıntı sürecinden sonra bu ileri hayat düzenine yöneleceğini ve bakışlarını bu aydınlık ufka çevireceğini müjdeleyen bir ümit bu... Ve beklediğimiz yardım sadece Allah'tan gelecektir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 250-251, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

20 Kasım 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 89


_İslâm, insanı; beden, akıl ve ruh kesimleri ile birleşmiş bir bütün olarak tanır. Ne toplam olarak insan dediğimiz canlı varlığı oluşturan bu üç güç kaynağının (beden-ruh-akıl) faaliyetleri arasında çatışma olduğunu varsayar ve ne de ruhun özgürlüğü hesabına bedeni baskı altına almaya girişir. Çünkü ruhun özgür olabilmesi için böyle bir baskı gerekli, zarurî değildir. İşte bu temel düşüncenin ışığı altında İslâm, en büyük ibadet türü olan namazı bu üç insanî güç kaynağının faaliyetlerini yansıtabilecek bir fırsat sayarak her üç güç kaynağını da birarada uyum ve karşılıklı ilişki içinde yaradan'a yöneltir. Daha açık söylemek gerekirse namazın kıyamını (ayakta durma eylemini), rükuunu ve secdesini bedenin hareketini gerçekleştirici; onun okumasını (kıraatını), okunan ayetlerin anlamını düşünme ve irdelemesini aklın faaliyetini yansıtıcı; bunlar yanında onun içerdiği, Allah'a yönelmeyi ve O'na teslim olmuşluğu ruhun faaliyetini aksettirici bir fırsat olarak kabul eder. Bu faaliyet kesimlerinin her üçü de eş zamanlı olur. Bu şekilde namaz kılmak, her vakit namazında ve her rekâtta İslâm'ın hayatla ilgili görüşünü bir bütün olarak müslümana hatırlatır ve bu hayat görüşünü yine bir bütün olarak pratiğe yansıtır.

_Zekât; farz olan bir vergi, genel anlamlı maddî yardım ise gönüllü bir özveridir. "Birr" kavramı ile ifade ettiğimiz iyilikseverlik halı ise ancak bunların her ikisinin biraraya gelmesi ile gerçekleşir. Bunların her ikisi de İslâm'ın temel dayanaklarındandır. Bu ayetin, zekâtı, maddî yardım meselesinden sonra ayrı bir konu olarak anlatması, zekâtın başlı başına bir farz olduğunu, gönüllü yardımın zekât yükümlülüğünü düşüremeyeceğini ve zekâtın da gönüllü yardımın yerini alamayacağını belirtmek içindir.

_"Acaba "Darlıkta, zorlukta ve savaş sırasında sabırlı olma" ile genel anlamlı "iyilik" kavramı arasındaki ilişki nedir? Bu sıfat; her beklenmedik aksilik karşısında paniğe kapılmanın, her facia karşısında hayal kırıklığına düşmenin, her zorluk karşısında dize gelmenin önüne geçmek için vicdanların eğitilip hazırlıklı hale getirilmesi işlemidir. Bu sıfat, çöken kara bulutlar dağılıncaya, sıkıntı ortadan kalkıncaya ve yüce Allah'ın her zorluğun arkasından gösterdiği kolaylık belirinceye kadar soğukkanlı davranmak, kendini tutmak ve direnmek demektir. Bu sıfat; yüce Allah'tan umut kesmemek, Allah'a güvenmek, Allah'a dayanmaktır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 249-250, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

19 Kasım 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 88

_Allah yolunda infak

Akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara, muhtaçlara ve özgürlüklerini yitirmiş köleler ile tutsaklara yardım etmenin, sevilen ve gurur duyma vesilesi yapılan maldan, bu zümreler lehine fedakârlıkta bulunmanın önemi, değeri nedir?

Bunun önemi ve değeri; mal hırsının, cimriliğinin, irade zayıflığının ve bencilliğin tutsaklığından kurtulmaktır. Elleri başkalarına yardım etmekten, vicdanları özveriden ve ruhları özgürlükten alıkoyan mal tutkusundan sıyrılmak, arınmaktır. Bu özveri, ayetteki "mal sevgisine rağmen" ifadesi ile parmak basılan bir ruhî ve duygusal değerdir, kazanımdır. Yani, insanın değersiz ve kötü malını değil, sevdiği malı başkalarına vermek üzere ona elini uzatarak mal tutsaklığından, maddî varlık köleliğinden kurtulması, azad olması... Bu kölelik, vicdanları alçaltan ve başları öne eğdiren bir bağımlılıktır. Bu özveri, insanı ihtirastan, insanı küçük düşüren mal ihtirasından da azad eder. Bu ise, İslâm'ın görüşüne ve ölçüsüne göre büyük bir insani değerdir. İslâm öyle bir dindir ki, insanı dış dünyanın, sosyal çevrenin olumsuz etkilerinden kurtarmaya geçmeden önce onu kendi nefsinin kışkırtmalarından, ihtiras ve zaaflarından kurtarmaya girişir. Çünkü İslâm nefislerinin kölesi olmuş kimselerin, aynı zamanda insanların da köleleri olduklarına buna karşılık kendi nefislerinin tutsaklığından kurtulmuş kimselerin, aynı zamanda toplumların başı dik, özgür bireyleri olduğuna kesinlikle inanır.

_Bu özveri, geçimlerini sağlayacak maddî imkânlardan yoksun olmalarına rağmen yüzsuyu döküp hiç kimseden birşey istemeye kalkışmayan yoksullara dönük yüzü ile; böylelerinin onurunu koruyucu, mahvolmalarını engelleyici, hiçbir ferdini ihmal etmeyen ve hiçbir üyesinin perişanlığına göz yummayan İslâm toplumun geçerli olan sosyal dayanışına ve yardımlaşma ilkesini somut örneklerle kanıtlayıcı bir önlemdir.

_Bu özveri, boyunduruk altına düşmüş kimselere (tutsaklara ve kölelere) dönük yüzü ile; İslâm'a karşı kılıç çekmek gibi ağır bir kabahat işlemiş olan zavallıları kölelikten azad ederek özgürlüğe kavuşturma, yeniden hür ve şahsiyetli birer insan olmalarını sağlama amacını taşır. Ayetin bu konudaki hükmü ya köleleri satın alarak azad etme yoluyla veya efendisinin kendisinden azad etme karşılığında istediği malı ona yardım olarak vermek suretiyle gerçekleşir.

Bilindiği gibi İslâm, kölelerin efendilerinden azad olmayı istedikleri andan itibaren onların özgür olduklarını ilân eder ve efendilerden bu özgürlük karşılığında köleleri ile derhal bir malî anlaşma yapmalarını ister. İşte o andan itibaren eski köle, ücretli bir işçi konumuna geçer, çalışarak elde ettiği kazanç hesabına yazılmaya başlanır, zekât verilebilecek kimseler arasına girer, kendisine yapılacak zekât-dışı yardımlar, bu ayette sayılan "genel iyilikler" kapsamında sayılır. Bütün bunlar kölelerin bir an önce kölelikten kurtulup özgürlüğünü geri alması amacına dönük tedbirlerdir.

_ alıntılar: 1. cilt, sayfalar 247-248, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

18 Kasım 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 87


_Yüzlerinizi Doğu ya da Batı tarafına çevirmeniz iyilik demek değildir. Asıl iyilik Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara (kölelere, tutsaklara) mallarını sevmelerine rağmen yardım edenlerin; namazı kılanların, zekâtı verenlerin, antlaşma yaptıklarında yapmış oldukları antlaşmaları yerine getirenlerin; zorda, darda ve savaş zamanında sabredenlerin tutumudur. İşte doğrular (sözlerinin erleri) onlardır, takva sahipleri de onlardır.(bakara-177 meali)

_Ne kıble yönünün değiştirilmesinden ve ne de mutlak anlamda ibadet amaçlı davranışlardan maksat, insanların yüzlerini Doğuya ya da Batıya, Beytülmukaddes ya da Kâbe tarafına çevirmek değildir. Başka bir deyimle -genel anlamda "iyilik" demek olan- "birr"in gayesi; kalpte uyandırmaları beklenen duygulardan ve pratik hayatta uygulanması gereken davranışlardan soyutlanmış, birtakım iyilik gerçekleştirmez ve hayır üretmez kuru ibadet görüntüleri değildir. Tersine iyilik (birr); bir düşünce, bir duygu, bir eylem bütünü ve bir davranış sistemidir. İyilik; gerek birey ve gerek toplum vicdanında etkisini gösteren bir düşüncedir, bireysel ve sosyal hayatta etkisini gösteren somut bir davranıştır. Yüzleri Doğuya ya da Batıya çevirmek bu büyük gerçeği gözardı ettiremez, onu umursamamanın gerekçesi sayılamaz. Bu yöneliş ister bu ya da o kıbleye dönmek suretiyle olsun, ister namazda sağa ve sola selam vermek biçiminde olsun, isterse insanların yapmış oldukları diğer ibadetlerin görüntülediği davranışlar sırasında belirmiş olsun, farketmez.

_İşte, iyiliklerin tümü anlamına gelen "birr" budur. Acaba ayette sayılan sıfatlara yüce Allah'ın terazisinde bu ağırlığı kazandıran değer nedir?

Meselâ yüce Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmanın değeri, önemi nedir?

Yüce Allah'a inanmak, insanlığın hayatında değişik güçlere, değişik nesnelere ve değişik görüşlere kulluk etmekten kurtulup yüce Allah'ta merkezileşen tek kulluğa yönelmenin dönüm noktasıdır. Bu tek varlığa kulluk sayesinde insan vicdanı, bütün diğer kulluklardan, bağımlılık türlerinden sıyrılarak tek ilâh önünde aynı safta yer alan diğer insan vicdanları ile eşitlik düzeyine yükselir. Arkasından da bütün maddî nesnelerin ve bütün görüşlerin üzerine çıkar. Allah'a inanmak; bütün bunların yanında, anarşiden düzene, şaşkınlıktan, istikamet belirliliğine, dağınıklıktan amaç birliğine geçişin de dönüm noktasıdır. Şu insanlık tek Allah'a inanıp bağlanmadıkça ortak bir amaç çerçevesinde doğru yolu bulamayacağı gibi, dışındaki varlık bütününde olan ve koordinasyonlu bir dayanışma sağlayan ilişki ve hedeflerine sağlam bir dayanak noktası bulamaz.

Ahiret gününe inanmak, ceza konusunda mutlak ilâhi adalete insanın, yeryüzündeki hayatının boş ve ölçüsüz bir kargaşa olmadığına ve dünyadayken öyle değilmiş gibi görünse de aslında iyiliğin karşılıksız kalmayacağına inanmaktır. Gaybe (görünmez aleme) inanmanın bir parçasını oluşturan meleklere inanmak ise, insan idraki ile hayvan idraki arasında, şu varlık bütününe ilişkin insan düşüncesi ile hayvan düşüncesi arasında bir ayırım çizgisi, bir ara kesittir. İnsan, duyu organlarının algı alanı dışında kalan bir alemin varlığına inanırken, duyu organlarının sınırlı algılarına bağımlı olan hayvan bu dar alanın ötesine geçemez. (Burada, Bakara Suresinin ilk ayetlerinin tefsirine başvurulabilir.)

Kitaba ve peygamberlere inanmak ise bütün peygamberlik misyonlarına ve bütün peygamberlere inanmaktır ki, bu da insanlığın birliğine, bu insanın ilâhının birliğine, dininin birliğine ve ilâhi düzeninin ortaklığına inanmak anlamına gelir. Bütün peygamberliklerin ve peygamberlerin mirasının varisi olan müslümanın kafasında bu bilincin yerleşmesinin son derece büyük bir önemi, değeri vardır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 245-247, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

17 Kasım 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 86

_bu kısmı kesmeden aktarıyoruz…

_Allah’ın ayetlerini gizleyenler

"Allah'ın indirdiği kitapta bulunan bir açıklamayı gizleyerek onu birkaç para karşılığında satanlar var ya; onlar karınlarına ateşten başka birşey indirmiyorlar. Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz. Onları acı bir azap beklemektedir.

Onlar hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın alanlardır. Onlar Cehennem ateşine karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!

Sebebine gelince; Allah kitabı hakk içerikli olarak indirdi ve bu kitap üzerinde görüş ayrılığına düşenler, gerçekten derin bir anlaşmazlık, uyuşmazlık içindedirler."

Burada yüce Allah'ın indirmiş olduğu kitapta yer alan bazı açıklamaları gizli tutma eylemine yöneltilen kınama, öncelikle yahudiler ile hıristiyanları hedef almıştır. Fakat ayetin genel karakterli hükmü, bildikleri gerçeği gizleyerek bu eylemleri karşılığında birkaç para alan bütün dinlerin bağlıları için geçerlidir. Sözkonusu "birkaç para" ister gerçeği gizlemek karşılığında elde etmeyi umdukları şahsî bir menfaat olsun, ister gerçeği gizleme karşılığında kondukları ve eğer doğruyu söylerlerse kaybedeceklerinden korktukları çeşitli kişisel yararlar olsun, isterse dünyanın tümü olsun, farketmez. Çünkü bu adamların kaybetmiş oldukları Allah rızası ve Ahiret sevabı ile karşılaştırıldığı zaman dünyanın tümü de "bir kaç para"dır.

Kur'an-ı Kerim, bu ayetlerin konusu olan yiyecek maddeleri -helâl ve haram kısımları ile-, konusuna uyumlu olarak bunlar hakkında şöyle buyuruyor:

"Onlar karınlarına (midelerine) ateşten başka birşey indirmiyorlar."

Bu cümlenin gözler önüne serdiği tablo ile daha önceki ilâhi cümlelerin tablosu arasında uyum vardır. Adamların gerçeği gizlemenin ve yüce Allah'a iftira atmanın bedeli olarak yedikleri şey, sanki midelerine indirilmiş bir ateştir! Onlar sanki aslında ateş yiyor gibidirler! Bu durum Ahirete varacakları zaman gerçekten öyle olacaktır. Görülecek ki, orada elbiseleri de yiyecekleri de ateş olacaktır!

Yüce Allah'ın ayetlerini gizli tutmuş olmalarının cezası olarak Allah onlara ilgi göstermeyecek, kendilerini horlamışlık ve aşağılanmışlık ile başbaşa bırakacaktır. Kur'ana Kerim bu ilgisizliği, horlanmayı ve aşağılanmayı şöyle dile getiriyor:
"Allah, Kıyamet günü, onlarla konuşmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz."

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 243-244, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

16 Kasım 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 85


_Sağlıklı her insan organizması ölü hayvan etinden tiksinir. Kandan da öyle. Üstelik Kur'an-ı Kerim'in ve daha önce Tevrat'ın yüce Allah'ın onayı ile bu maddeleri yasaklamasından yüzyıllarca sonra, tıp bilimi, ölü hayvan eti ile kanda çeşitli mikroplar ve başka birtakım sağlığa zararlı maddeler bulunduğunu tespit etmiştir. Bu durumda acaba modern tıp bilimi bu iki maddenin sağlığa zararlı yönlerini tümü ile tespit edebilmiş midir, yoksa bu ilâhî yasağın henüz insanlar tarafından keşfedilmemiş daha başka sebepleri var mıdır, bunu bilmiyoruz.

_İslâm şeriatı, kendisine güvenmemizi; son sözü, her şeyi iyi bilen ve her emri yerinde olan yüce Allah'a dayanan bu kaynağa bırakarak haram dediğini haram, helâl dediğini helâl bilmemizi hak etmiş değil mi?


_İslâm ortaksız ve tek Allah'a yönelmeyi herşeyde titizlikle ön-plânda tutmuştur.

_İslâm, zarurî durumları hesaba alarak bu durumlarda yasakları mübah kılar, serbest sayar. Sözkonusu sıkışık zamanlarda zaruret sınırlarını aşmamak, ölçüyü kaçırmamak şartıyla bu zaruretleri savacak, karşılayacak miktardaki haramları helâl kabul eder:

"Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak, ve zaruret miktarını aşmamak üzere bu etlerden yemek günah değildir. Hiç şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir."

Bu hüküm genel bir ilkedir. Burada bu ayetle sözü geçen haramlar için geçerli olmakla birlikte mutlak olması sebebiyle başka yerlerde diğer haramları da kapsamı içine alır. Buna göre, hayatî tehlike taşıyan hangi zaruret ile karşılaşılırsa karşılaşılsın, bu zaruret ile karşılaşan kimsenin içine düştüğü sıkıntıyı, bu zarureti atlatacak miktarda harama girerek savması caizdir. Ancak, işlenecek haramın miktarı zaruretin sınırını aşmamalıdır.

Yalnız bu hükmün birkaç noktasında fıkıh bilginleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bu tartışmalı noktalardan biri zaruret konuları üzerindedir. Acaba bu konularda Kıyas (karşılaştırma) kuralı geçerli midir, yoksa sadece yüce Allah'ın Kur'an'da belirttiği durumlar mı zaruret durumu sayılır? Ayrıca zarureti savacak miktarın ne olduğu konusu da tartışmalıdır. Acaba bu miktar, kullanılacak haramın en alt birimi midir, yoksa tam olarak yemek ya da içmek anlamına gelir mi? Burada biz bu fıkhî tartışmaya girecek değiliz. Kur'an'ın ışığı altında yaptığımız bu kısa açıklama ile yetinmeyi uygun görüyoruz.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 241-242, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

15 Kasım 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 84

_"Uyanlar; `Keşke dünyaya bir daha dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise biz de onlardan öyle uzak dursaydık' derler."

Burada, sapık liderliklerin aldanmış bağlıları, efendilerine karşı kinlerini ve nefretlerini açığa vuruyorlar, ayrıca tatlı geçmişlerine(!) döndürülmelerini, tekrar dünyaya gönderilerek kendilerini vaktiyle aldatan, fakat şimdi azabı görünce onlarla ilişkilerini kesen, aslında zayıf ve aciz liderlere karşı bağımlılıklarından vazgeçebilmeyi özlüyorlar.

Bu tablo son derece etkileyicidir. Dünyadaki bağlılar ile liderler, sevenler ile sevilenler arasında; tatlı ilişkilerin birbirinden uzaklaşma, çatışma ve birbirlerine düşman kesilme ile yer değiştirmesini canlandıran bir tablo. Bunun arkasından hemen acı ve yürek yakıcı yorum geliyor:

"Böylece, Allah onlara bütün yaptıklarını hayıflanmalar biçiminde gösteriyor. Onlar Cehennem'den çıkamayacaklardır."

_Helâl ve haram konusunda sadece O'ndan emir almalarını, bu meselelerin hiçbirinde Şeytan'a uymamalarını öneriyor. Çünkü Şeytan onların düşmanıdır. Bu yüzden onlara iyi olanı değil, düşünce ve eylem olarak kötüyü emreder; yüce Allah'ın emrine dayanmadığı halde söylediklerinin, ileri sürdüklerinin Allah'ın şeriatinin ta kendisi olduğunu kabul etmelerini önerir.

_Onlara; "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilince; "Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize uyarız" derler. - Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar?(bakara-170 meali)

Bu ayette kasdedilenler ister İslâm'a her çağrıldıklarında, kendilerine hukuk sistemlerini ve ibadet geleneklerini sadece bu ilâhi kaynağa dayandırmaları gerektiği her hatırlatıldığında, bu dinin onaylamadığı cahiliye geleneklerinden kopmalarının lâzım geldiği onlara her söylendiğinde bu ayette nakledilen sözü hatırlatan müşrik Araplar olsun; isterse atalarından kendilerine miras kalmış olan kültür birikimine bağlılıklarını sürdürmekte ısrar ederek bu yeni dinin hem bütününü ve hem de ayrıntılarını benimsemeyi inatla reddeden yahudiler olsun; ister onlar, ister bunlar kastedilmiş olsun, bu ayet, inanç konusunda yüce Allah'tan başkasından birşey öğrenmeyi, bu konuda taklitçi olmayı, düşünceden ve bilinçten yoksun nakilciliği ağır bir dille kınamaktadır:

“Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar?”

Eğer durum gerçekten böyleyse yine atalarından kendilerine miras kalmış olan düşüncelere ve geleneklere uymakta ısrar mı edecekler? Bu ne biçim bir katılık, ne biçim bir taklitçiliktir? Bu yüzden böylelerinin gözleri önüne, bu kör taklitçiliğe ve katılığa yaraşan alaycı ve komik bir tablo getiriliyor. Kendisine söylenenlerden hiçbir şey anlayamayan, çobanın bağırarak söylediklerini sadece anlam ve içerikten yoksun bir ses dalgalanması, bir gürültü olarak algılayabilen, bayıra salınmış bir hayvanın tablosu. Dahası var... Bu kimseler sözkonusu hayvandan bile daha aşağı düzeydedirler. Çünkü bu hayvan görebiliyor, işitebiliyor ve ses verebiliyor. Oysa bu kimseler sağır, dilsiz ve kördürler.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 236-239, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

14 Kasım 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 83


_Evet, insanlar arasında Allah'a eş, ortak koşanlar vardır. Bu ayetin seslendiği insanların yaşadıkları dönemlerde sözkonusu eşler ve ortaklar çeşitli taşlar, ağaçlar, yıldızlar, gezegenler, ya da melekler ve şeytanlar olarak ortaya çıkmışlardı. Bu eşler ve ortaklar, bütün cahiliye dönemlerinde ya bir takım cansız nesneler ya putlaştırılmış şahıslar ya ideolojiler ya da nazariyeler kılığında belirirler. Bunlar eğer yüce Allah'ın âdı ile yanyana anılır ve insan bunları kalbindeki Allah sevgisine ortak ederse, tümü ile gizli veya açık birer şirktir. Peki, ya eğer kişi Allah sevgisini kalbinden iyice silerek, sırf Allah'a yöneltilmesi gereken bu sevgiyi tamamen sözü edilen eş ve ortakların tekeline verirse o zaman durum nice olur?

Müminlere gelince onlar hiçbir şeyi yüce Allah'ı sevdikleri kadar sevmezler. Ne kendilerini ne başkalarını. Ne birtakım putlaştırılmış şahısları ne bazı nazariyeleri ne kimi ideolojileri ve ne de insanların peşinde koştukları yeryüzü kaynaklı herhangi bir değerli varlığı.

_Başkalarının Allah dışındaki şeylere yönelttikleri bütün sevgilerden daha büyük bir sevgi...

Buradaki "sevgi" deyimi güzel bir deyimdir. Üstelik, gerçeği ifade eden yerinde bir deyimdir de. Çünkü, gerçek mümin ile Allah arasındaki ilişki sevgi ilişkisidir. Kalp bağı ve manevi çekim ilişkisidir. Muhabbet ve yakınlık ilişkisidir.

_Bunun yanında onlar keşke Ahiretteki azabı karşılarında görecek olan liderlerin kendilerine uyanlardan uzaklaşacakları, böylece liderler ile onların peşinden gidenler arasındaki bütün bağların, ilişkilerin ve iplerin kopacağı anı da keşke şimdiden görebilselerdi. O ana-baba gününde, uyan olsun, lider olsun, herkes kendi derdine düşecek, sırf kendisini düşünecektir. Böylece o gün aldanmış yığınların bağlandıkları bütün iktidarlar ve liderlikler düşecek, bu iktidarların sahipleri ile liderler, bağlılarını korumak bir yana, kendilerini korumaktan aciz kalacaklardır. Bunun sonucu olarak, tek Allah'ın ve tek kudretin gerçek olduğu, buna karşılık sapık liderliklerin yalancılıkları, güçsüzlükleri, Allah'ın ve O'nun azabının karşısında ellerinden hiçbir şey gelemeyeceği realitesi ortaya çıkacaktır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 235-236, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

13 Kasım 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 82

_Allah'ın varlığını inkâr edenler (ateistler) uzun yıllar boyunca, ölülere hayat verebilen bir yaratıcının varlığını onaylamaktan, itiraf etmekten başka hiçbir cevabı olmayan bu soruyu gözardı etmeye kalkıştılar. Uzun zaman insanları, -Haşa yüce Allah'ın varlığına ihtiyaç olmaksızın!- hayat yaratma yolunda oldukları kuruntusu ile oyalamaya çalıştılar. Fakat sonunda hem de Allahsız, koyu kâfirliğin egemen olduğu bir ülkede bu sonuçsuz inada son vererek hoşlarına gitmeyen gerçeği -yani hayat yaratmanın imkansız olduğu realitesini- itiraf etmek zorunda kaldıklarını görüyoruz. Şimdilerde bu gerçeği itiraf eden kişi, kâfir Rusya'nın en tanınmış biyoloji bilginidir. Tekâmül nazariyesinin savunucusu olan Darwin de yıllarca önce bu soru karşısında bocalamış, hiçbir söz söyleyememişti.

_sürekli yön değiştirerek oradan oraya doğru esen şu rüzgârlara, gökle yer arasında emre amade bekleyen, havanın taşıdığı ve yüce Allah'ın şu varlık bütününe sunmuş olduğu evrensel kanunlara boyun eğen şu bulutlara ne demeli? Hiç şüphesiz, rüzgârların esme sebepleri ve bulutların oluşumu hakkında ileri sürülen teorilerden birinin söylediklerini papağan gibi tekrarlamak, bu konuda yeterli bir cevap değildir. Çünkü buradaki en derin sır, sözkonusu sebeplerin altında yatan sırdır. Evrenin, hayatın doğup gelişmesine; rüzgârlar, bulutlar, yağmur ve toprak gibi hayatın gelişimini sağlayıcı sebeplerin biraraya gelmesine elverişli bir karakterde, bir yapıda, bir nitelikte yaratılmış olmasının sırrı yani... Uzmanların, binlercesini sayabilecekleri ve bir tanesinin bile yokluğu halinde hayatın doğmasının ya da bildiğimiz gelişme sürecini izlemesinin imkânsız hale geleceği şu uyuşumların, şu hassas koordinasyonların sırrı... İşin içinde bir amacın, bir iradenin, aynı zamanda bir karar birliğinin, bir tasarlama rahmetinin olduğunu sezdiren, hatta haykıran ince bir önceden tasarlayıcılık sırrı...

_eğer insan kanıksamışlığın ve umursamazlığın yolaçtığı aptallığı aklından atarak bu evrensel tablolara sürekli yenilenen bir algı, araştırıcı bir göz ve iman nuru ile aydınlanmış bir kalp ile yaklaşabilse; bu kainatta, oraya başka bir alemden yeni inmiş öncü bir uzay adamı merakı ile gezinse, her parıltı gözüne ilişir, her ses kulağına gelir, her hareket dikkatini çeker ve sürekli biçimde gözlerin, kalplerin ve duyguların önünde akıp duran bu acaiplikler , bu olağanüstü oluşumlar benliğini zangır zangır titretir.

İşte imanın yaptığı budur. İman; dışa açılmadır, keskin duyarlılıktır. İman; güzeli, uyumluluğu ve mükemmelliği takdir etmedir. İman; kainatı yenilenmiş bir bakışla görmek, güzelliği taze bir idrak ile algılamak ve yeryüzünde geceler ve gündüzler boyunca yüce Allah'ın yaratıcılık sanatı ile düzenlenmiş bir şenliğin içinde yaşamaktır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 234-235, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

12 Kasım 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 81


_Gece ile gündüzün yer değiştirmesi... Aydınlığın ve karanlığın kovalamacası... Işımaların ve kararmaların birbirini izlemesi... Şu tanyeri ağarması ve şu güneşin batışı... Bunlar, nice duyguları sarsmış, nice kalpleri heyecanla titretmiş ve nice zaman en acaip şeyler olarak algılanmıştır. Fakat bu olaylar tekrar tekrar yaşandıkça insan onlar karşısındaki ilk heyecanını ve coşkusunu yitirmiş, geride bırakmıştır; fakat mümin kalp hariç. O bu tabloları her defasında yeni bir yaklaşımla algılamakta, bunlar kendisine her zaman yüce Allah'ın gücünü hatırlatmakta, her defasında onları yeni bir yaratılış cilvesini görmenin coşkusu ile karşılamaktadır.

İnsanlara yararlı şeyler taşıyan vapurların denizin engin sularında süzülmelerine gelince, bu görüntüden edindiğim derin hikmeti, algılayabildiğim kadarı ile yansıtmaya çalışayım. Okyanusun uçsuz-bucaksızlığı ortasında bir nokta gibi kalan gemi, bizi yüklenmiş götürüyor. Çevremizde birbirinin sırtına binen sonsuz dalgalar ile engin ve katışıksız bir mavilik hakim... Oraya buraya dağılmış bir çok gemi yüzerek yol alıyor... Yüce Allah'ın kudretinden, gözetiminden ve O'nun tarafından düzenlenmiş olan bir evrensel kanundan başka bir şey değil gördüklerim. Sözünü ettiğimiz küçücük noktayı (vapuru) o dağ gibi dalgaların sırtında o korkunç boşlukta taşıtan güç işte o güçtür.

Şimdi de, "Allah'ın gökten su indirip onun aracılığı ile ölü toprağı dirilterek yüzeyine her çeşit canlı türünü yaymasını, rüzgârları ve gök ile yer arasında emre hazır duran bulutları yönlendirmesini" ele alalım.

Bu sayılanların tümü öyle çarpıcı tablolardır ki, eğer insan onları, Kur'an'ın telkin ettiği gibi, açık bir göz ve bilinçli bir kalple yeniden düşünse, göreceği kudret ve rahmet karşısında vücudu zangır zangır titrer. Suyun cömertliği ile kucaklaşan yerden, toprak parçasından fışkıran şu hayat; şu mahiyeti meçhul, farkedilmez biçimde kımıldayıp bir süre sonra güçlü varlığını açıkça belirtici bir eda ile ortaya çıkan, lâtif cevherli hayat... Bu hayat nereden geldi? O, tanenin içinde ve çekirdekte saklı idi. Fakat taneye ve çekirdeğe nereden geldi? Onun kaynağı, ama ilk kaynağı nedir? İyi bilelim ki, insan fıtratını yoğun ve ısrarlı baskısı altında tutan bu soru ile karşılaşmaktan kaçınmanın hiçbir yararı yoktur.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 233-234, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

11 Kasım 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 80

_Allah'ın birliği ilkesi, imana dayalı düşüncenin üzerine oturduğu büyük kaidedir. Hiçbir zaman Allah'ın (c.c) varlığı inancı hakkında tartışma olmamıştır. Allah'ın zatı, sıfatları ve yaratıklar ile arasındaki ilişkiler üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür, fakat bu görüşleri savunanlar Allah'ın varlığını reddetmiyorlar. İnsan fıtratı bu gerçeği, yani Allah'ın varlığı gerçeğini hiçbir zaman unutmuş değildir. Yalnız şu son zamanlarda hayatın özünden ve fıtratın kaynağından kopuk Ateist bir grup türedi. Bu türediler Allah'ın varlığını kökünden inkâr ediyor. Fakat bunlar, kural dışı meydana çıkmış bir yaratık türüdür, varlık bütününe bağlanan bir kökü yoktur. Bu yüzden eninde-sonunda yok olmaya, varlık bütününden ayıklanıp atılmaya kesinlikle mahkûmdur. Bu varlık bütününün ne yapısı ve ne de fıtrî karakteristiği sözünü ettiğimiz köksüz yaratıkların varlıklarına asla katlanamaz!

_Kur'an-ı Kerim'in değişik pekiştirme üslupları ile son derece ağırlık vererek vurguladığı Allah'ın birliği ilkesinden, insanların kulluk ve ibadet sunacakları mabud birliği, insanların ahlâk ve davranış kurallarını dayandıracakları merci birliği, insanların hukuk sistemlerinin ve kanunlarının özlerini dayandıracakları kaynak birliği ve insanların her alandaki yaşama biçimlerini yönlendirecek sosyal düzen birliği doğar.

_"Hiç şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalamasında, insanlara yararlı şeyler ile denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onun aracılığı ile ölü toprağı dirilterek yüzeyine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, düşünen bir topluluk için birçok ayetler, deliller vardır."(bakara-164)

Bu ayette kullanılan, duyu organlarını ve duyguları uyarma yöntemi, gözü ve kalbi, şu kainatın acayipliklerine, şaşırtıcı niteliklerine açmaya elverişlidir. O acayiplikler ki, onlarla uzun süre birarada oluşumuzun getirdiği ülfet ve kanıksama duygusu, taşıdıkları orjinallikleri, olağanüstülükleri, kalbe ve duyu organlarına dönük mesajlarını farketmez olmamıza yol açmakta, onları normal şeyler saymamıza sebep olmaktadır. Oysa okuduğumuz ayet, bu evreni, bizleri onu ilk kez görüyormuşuz gibi açık bir göz, keskin duyu organları ve diri bir kalp ile gözlemeye çağırıyor. Bu ardarda sıralanan tablolarda nice acaiplikler ve nice şaşırtıcı orjinallikler vardır. Gözler bunları ilk gördüklerinde kimbilir nasıl faltaşı gibi açılmış, kalpler bunları ilk fark ettiklerinde kimbilir nasıl heyecandan titremiş, sonra zamanla edinilen kanıksama duygusu ve alışkanlık, bu şaşırtıcı cümbüş karşısında duyduğumuz ilk süpriz sarsıntısını, ilk baskın dehşetini, ilk bakışın ürküntüsünü nasıl bizden alıp götürmüştür...

Şu gökler ile yer... Şu korkunç mesafeler, şu iri gezegenler, şu büyüleyici ufuklar ve şu meçhul alemler. Uzay denen şu baş döndürücü boşluk içinde bu gezegenlerin hareketleri ve dönüşleri sırasında beliren şu duyarlı uyum... İnsana şöyle bir göz kırpıp sonra kaybolarak bilinmezliğin koynuna giren şu binbir sırlar... Şu gökler, şu yer... Hatta insan bunların uzaklıkları, hacimleri ve binbir gizli sırları hakkında hiçbir şey bilmese bile ne müthiş! Yüce Allah bu sırların bazılarını, ancak insanların idraki gelişince ve bilimsel araştırmalar yeterli düzeye varınca kullarına açmaktadır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 232-233, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

10 Kasım 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 79


_Kur'an-ı Kerim, bunların yüzüne bu aydınlık pencereyi, yani tevbe penceresini açarak yüreklerine umut meltemi estiriyor ve kalplerini ışık kaynağına yönlendiriyor. Demek oluyor ki, yüce Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, O'nun bağışlayıcılığını hesaptan çıkarmak yok. İsteyen, iyi niyetli olarak bu güvenli limana sığınabilir. Tevbenin samimiliğinin göstergesi ise, yanlış davranışı düzeltmek, açık yüreklilikle konuşmayı benimsemek, gerçeği açıklamak, itiraf etmek ve bu gerçeğin gerektirdiğini yapmaktır. Bundan sonra yüce Allah'ın rahmetinden ve yapılmış tevbeyi kabul edeceğinden emin olmak gerekir. Çünkü O, bize; "Zira ben tevbeleri kabul ederim ve merhametliyim" buyuruyor ve O söz söyleyenlerin en doğru söyleyenidir.

Bu tutumlarında ısrar ederek tevbe etmeyenlere ve böylece ellerindeki fırsatı kaçıranlara, kendilerine tanınan mühleti harcayanlara gelince; bu kimseler, yüce Allah'ın daha önce ayrıntılı olarak, vurgulayarak ve fazlası ile anlatarak vermiş olduğu kara haberli akıbetle karşılaşacaklardır.

"Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince; Allah'ın, meleklerin ve insanların ortak lâneti onların üzerinedir."

Çünkü bu kimseler yüzlerine açılan kapıyı kendi elleriyle kapatmışlar, önlerine çıkan fırsatı kaçırmışlar, kendilerine tanınan mühleti harcamışlar; gerçeği saklamayı, kâfirliği ve sapıklığı ısrarla sürdürmüşlerdir. Bu yüzden, "Allah'ın meleklerin ve insanların ortak lâneti onların üzerinedir." Bu, insanı çepeçevre kuşatma altına alan bir lânettir. Ne kurtuluşu var ve ne de sığınılacak şefkatli bir kucak!

Kur'an-ı Kerim, bu çepeçevre kuşatıcı lânet dışında, onlar için başka bir azaptan sözetmiyor. Bunun yerine, bu azabın hafifletilmeyecek, ertelenmeyecek ve mühlet verilmeyecek bir azap olduğunu vurguluyor. Hiç kuşkusuz bu azap, diğer bütün azap türlerinden daha ağır bir azaptır. Kovma, uzaklaştırma, reddetme ve horlama azabı. Bu azaba çarpılanlar, kendilerine acıyacak hiçbir şefkatli kucak, hiçbir hoşgörülü bakış ve hiçbir avutucu söz söyleyen dil bulamazlar. Onlar hem yüce Allah katından, hem insanlar tarafından, yeryüzünde de yüce ruhlar aleminde de lânetlenmişler, kovulmuşlar, dışlanmışlardır. İşte acı ve onur kırıcı azap budur.

_alıntılar: 1. cilt, sayfa 230, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

9 Kasım 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 78

_Bu ayetin sonunda yeralan, "Hiç şüphesiz, Allah ona karşı müteşekkirdir"(bu ifadenin mealinde bir sorun olabilir_s.z.) ifadesi üzerinde bir an durup düşünmemiz gerekir. İfade aslında, "Allah o iyilikten hoşnut olur ve onu sevapla ödüllendirir" anlamına gelir. Fakat "müteşekkir olur" deyimi bu somut anlamın üzerine meltem rüzgârlarının ılık soluğunu, eksiksiz ilâhi hoşnutluğun serinletici müjdesini üfler. Öyle ki, bu ilâhî hoşnutluk; sanki kulların Rabbinden gelen bir şükür, bir teşekkürmüş gibi bir sezgiye varıyoruz. İfade bu olağanüstü tatlılığı ile insana, kulun Rabbine karşı takınmakla görevli olduğu nezaketi düşündürüyor. Öyle ya, madem ki Allah, hayır işleyen kuluna "şükrediyor"(bu ifadeye de temkinli yaklaşıyoruz_s.z.), teşekkür ediyor; kul, Rabbine olan şükür ve hamd borcunu ödemek için ne yapmalıdır? İşte Kur'an üslubunun bu meltemi; bütün serinliği, yumuşaklığı ve güzelliği ile elle dokunulabilecek nitelikte somuttur.

_Yahudiler ile hıristiyanlar, Peygamberimizin peygamberliğinin ne kadar gerçek olduğunu ve insanlara tebliğ ettiği emirlerin ne kadar doğru olduğunu ellerindeki kutsal kitabın verdiği bilgilere dayanarak kesinlikle biliyorlardı. Fakat böyle olmasına rağmen yüce Allah'ın kutsal kitaplarında kendilerine açıklamış olduğu gerçekleri gizli tutuyorlardı. Gerek onlar ve gerekse tarihin herhangi bir dönemindeki benzerleri, yüce Allah tarafından indirilen gerçeği, çeşitli sebeplerin dürtüsü ile, gizli tutarlar. İnsanlar böylelerine çeşitli dönemlerde ve çeşitli yerlerde rastlıyorlar. Bunların ortak tutumu şöyle özetlenebilir: Bunlar bile bile hakkı, gerçeği söylemezler; gerçeği anlatan sözleri, belgeleri, kesinliklerinden emin olmalarına rağmen saklı tutarlar; yüce Allah'ın kitabında yeralan kimi ayetlerden uzak dururlar, onları günyüzüne çıkarmazlar, tersine onları sessizce geçiştirirler, dikkatlerden saklarlar. Bunu, sözkonusu ayetlerin içerdiği gerçekleri saptırmak, onu insanların kulaklarından ve diğer duyu organlarının algısından gizlemek için yaparlar. Bu tutumlarının ardında mutlaka dünyalarına dönük bir menfaat yatar. Bu tutumu biz birçok durumlarda ve bu dinin birçok gerçekleriyle ilgili olarak sık sık görüyoruz. İşte, "Onlara hem Allah ve hem de bütün lânet edebilenler lânet eder."

Onlar sanki bir lânet çukuruna dönüşmüş gibidirler. Her yerden üzerine lânet yağan, lânet akan bir çukur olmuşlardır. Yüce Allah'ın lânetinden sonra, lânet edebilen herkes bu çukurun üzerine üşüşmüştür sanki. Lânet, sözlük anlamı ile, birini öfke içinde kovmak, paylayarak yanından uzaklaştırmak demektir. Buna göre bu kimselere, onları rahmetinden kovma anlamında lânet eder. Aynı zamanda bütün lânet edebilenler de onları her yerden kovarlar. Böylece onlar hem yüce Allah tarafından ve hem de O'nun kulları tarafından her yerden kovulmaktadırlar. Ama şunu da unutmamak gerekir:

"Yalnız tevbe edenler, ıslâh olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna; onları ben bağışlarım. Zira ben, tevbeleri kabul ederim ve merhametliyim."

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 228-230, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

8 Kasım 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 77


_Bu çekingenlik(Safa ile Merve arasında tavaf yapmaktan çekinen müslümanların çekingenliği), uzun bir eğitim döneminin meyvesi, vicdanlarında kökleşen imana dayalı düşüncenin belirgin yansımasıydı. Bu düşünce berraklığı onları cahiliye dönemindeki bütün gelenek ve uygulamalarından kaçınmaya, kuşku duymaya sürüklüyordu. Çünkü bu konuda vicdanları o kadar duyarlılık kazanmıştı ki, cahiliye döneminin herşeyinden ürküyor, onun İslâm tarafından yasaklanmış olabileceğinden kuşkulanıyorlardı. Bu duyarlılık birçok olay vesilesi ile açıkça meydana çıkmıştı.

İslâm çağrısı onların ruhlarını büyük bir sarsıntıya uğrattı, derinliklerine kök saldı ve orada eksiksiz bir psikolojik ve duygusal devrim gerçekleştirdi. Öyle ki, cahiliye döneminde kalan geçmişlerine soğuk ve çekingen gözlerle bakıyor, hayatlarının bu döneminden kendilerini tamamen kopmuş, onunla hiçbir ilişkileri kalmamış sayıyorlardı. Artık ne o dönem onlardandı ve ne onların o dönemle uzaktan-yakından ilişkileri olabilirdi. Artık o dönem dokunmaktan kaçındıkları bir pislik, bir kirlilik sembolü idi!

Müslümanların bu dönemini dikkatle izleyen bir araştırmacı, bu şaşırtıcı inanç sisteminin o vicdanlarda meydana getirdiği etkinin ne kadar güçlü olduğunu mutlaka görecek, onların hayat ile ilgili görüşlerinin tamamen değiştiğini somut biçimde, algılayacaktır. Öyle ki, sanki Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu vicdanları eli ile tutup kaldırarak son derece kuvvetli biçimde silkelemiş ve bu silkeleme sonunda üzerlerinde çöreklenen bütün kir ve pasları dışarıya dökmüş ve hücrelerinin bileşimini yeniden düzenlemişti. Tıpkı elektrik akımının, etkilediği cismin elementlerini eski yerlerinden oynatarak yeni bir bileşim düzenine sokması olayı gibi!

İşte İslâm budur. Yani cahiliye ile ilgili herşeyden tamamen sıyrılmak, cahiliye döneminin bütün düşünce, gelenek ve uygulamalarından titizlikle çekinmek, cahiliye döneminden vicdanların tanışık oldukları bütün duygulardan ve davranışlardan sürekli biçimde kaçınmak, böylece kalbin yeni zihniyete bütün gerekleri ile sımsıkı sarılmasını sağlamak.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 226-227, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

7 Kasım 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 76

_...yüce Allah'ın indirmiş olduğu belgeleri ve hidayeti başkalarından saklayan Kitap Ehli (yahudiler ve hıristiyanlar) ile ilgili bir açıklama ve yine onlara dönük sert bir hücum izliyor. Tabii bu arada tevbe etmek isteyenlerin yüzüne tevbe kapısı da açık tutuluyor. Fakat kâfir kalmakta ısrar edenlere, kapsamlı bir lânet ile sürekli ağır bir azabın kara haberi veriliyor.

_...iyiliğin; dış görünüşe dönük bir şekilcilik demek olmadığı, yüzleri Doğu ya da Batı tarafına çevirme anlamına gelmediği, tersine bu kavramın bilinç, davranış ile bu bilinç ve davranışta yüce Allah'la ilişki halinde olmak anlamına geldiği vurgulanıyor. Bu açıklama ile kıble değişimi olayı etrafında koparılan tartışmalar arasında sıkı bir ilişki olduğu açıkça görülür.

_(bakara-158 hakkında)Bu ayetin iniş sebebiyle ilgili değişik birkaç rivayet var. Bu görüşlerden biri, İslâm'ın, Muhacirler ile Ensar'dan oluşmuş ilk müslüman topluluğunun vicdanlarında geliştirdiği düşüncenin karakterinde yansıyan psikolojik mantığa diğerlerine göre daha uygun düşüyor. Bu rivayet şöyle diyor: Bazı müslümanlar, Hacc ve Umre sırasında Safa ve Merve tepelerini tavaf etmekten çekiniyor, bu hareketi içlerine sindiremiyorlardı. Çünkü, onlar vaktiyle cahiliye döneminde bu iki tepe arasında koşu yapıyorlardı. Ayrıca bu iki tepede Esaf ve Naile adlarını taşıyan iki put dikiliydi. İşte bu yüzden, sözünü ettiğimiz kimi müslümanlar, cahiliye döneminde yaptıkları gibi Safa ile Merve tepeleri arasını tavaf etmeyi uygun bulmuyorlardı.

Nitekim Buharî'nin, Muhammed b. Yusuf'a, O'nun da Süfyan'a dayanarak bildirdiğine göre, Asım b. Süleyman bu konuda şunları söylüyor; `Sahabilerden Hz. Enes'e Safa ile Merve meselesini sordum, bana şu cevabı verdi: "Biz Safa ile Merve tepelerini cahiliye dönemi sembollerinden sayıyorduk. Bu yüzden İslâm gelince, bu tepeleri tavaf etmekten uzak durduk. Fakat bir süre sonra yüce Allah `Hiç şüphesiz Safa ile Merve Allah'a ibadet sembollerindendir.' ayetini indirdi."

Öteyandan Şa'bî'nin bildirdiğine göre Esaf adlı put Safa tepesi ve Naile adlı put da Merve tepesi üzerinde bulunuyordu. Araplar cahiliye döneminde bu putlara el-yüz sürüyor, onlara selâm duruyorlardı. Bu yüzden ilk müslümanlar bu iki tepenin arasında tavaf yapmaktan çekiniyorlar, bu işi içlerine sindiremiyorlardı. Bunun üzerine bu ayet indi.(bu rivayetle ilgili bir bilgim yok, sadece aktarıyorum_s.z)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 224-226, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

6 Kasım 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 75


_İşte Rabblerinden mağfiret (salâvat) ve rahmet onların üzerinedir ve doğru yolu bulanlar da onlardır.(bakara-157)

"Rabblerinden onlara mağfiret (salâvat) vardır." Yüce Allah bu ifade ile sözkonusu seçkin müminleri bizzat kendisinin ve meleklerinin üzerine salâvat getirdiğini bildirmiş olduğu Peygamber'in payına ortak olma bahtiyarlığına yüceltiyor. Bu son derece onurlu bir makamdır. Ayrıca Rabblerinin rahmeti de onların üzerinde! Son olarak da "doğru yolda olduklarını" belirten yüce Allah'ın şahitliği! Bu saydıklarımızın herbiri olağanüstü derecede önemli ve çarpıcı mazhariyetler...

Şimdi de ancak çeşitli meşakkatler sonucunda ulaşılabilen mutlu son ve bunun gerekleri üzerinde duralım biraz da. Evet, topyekün seferberlik tablosu. Müslümanlar sıkıntı çekiyor, şehit oluyor, musibetle karşılaşıyor. Daha? Açlıklar, korkular, mal can ve ürün kayıplarıyla yüzyüze geliyor. Kısaca müslümanlar başlarına gelen bu felaketlerle eğitimden geçiriliyor ki, ileride yüklenecekleri ağır yükümlülüklere, zorlu ve uzun mücadeleye hazır olsunlar...

Yüce Allah sözünü ettiğimiz bütün bu fedakârlıkları terazinin bir kefesine koyduktan sonra öbür kefeye tek bir şey koyuyor: "Rabblerinin mağfiret (salâvat) ve rahmet" ile "doğru yolda olduklarını" bildiren "şahitliğini (tanıklığını)" Başka bir deyimle yüce Allah bu ayette müslüman cemaate ne zafer, ne egemenlik ve ne de savaş ganimetleri vadediyor; O'nun tek vaadettiği şey; mağfireti, rahmeti ve onların doğru yolda olduklarını belgeleyen şahitliği!..

Yüce Allah bu müslüman cemaati, kendi şahsî varlığından ve hayatından daha önemli bir şeye hazırlıyordu. Bunun için onu bütün amaçlardan, bütün hedeflerden, inancının zaferi de dahil olmak üzere bütün beşeri arzulardan arındırıyordu. O, bu cemaati, mutlak anlamda kendine, kendi kulluğuna, kendi çağrısına sarılmaya leke konduran her şeyden soyutluyordu. Müslümanlar, Allah'ın rızasından, mağfiretinden, rahmetinden ve doğru yolda olduklarını belgeleyen tanıklığından başka hiçbir şey beklemeksizin yollarına devam etmeliydiler.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 223-224, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

5 Kasım 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 74

_Vicdanların mutlaka musibetler yolu ile eğitimleri, hakk mücadelesi uğrundaki kararlılık derecesinin ise korkularla, ağır belâlarla, açlıkla, mal, can ve ürün kayıplarıyla denenmeli, sınavdan geçirilmelidir. Mü'minin, inancının yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için bu musibetler kaçınılmazdır. Çünkü müminler inançları uğrunda ne kadar yükümlülüklere katlanırlarsa, inançlarının vicdanlarında kazanacağı değer o oranda yükselir. Bağlılarının, uğrunda yükümlülüklere katlanmadıkları ucuz ve düşük maliyetli inançlar daha ilk darbe ile karşılaşılır - karşılaşılmaz kolayca feda edilebilir.

Demek oluyor ki, bu durumlarda katlanılan yükümlülükler, herhangi bir inanca, bağlılarının vicdanında değer kazandıran, psikolojik bir bedeldir. Sözkonusu inancın başkalarının vicdanında değer kazanabilmesi için bağlılarının bu psikolojik bedeli ödemeleri gerekir. Yeni kazanılacak kişiler ancak bu fedakârlığın sonucunda ortaya çıkar. Müminler inançları uğrunda ne derece acılara katlanırlarsa, ne oranda fedakârlıklara girişirlerse inançlarının vicdanlarındaki değeri daha da artar, ona daha sıkı biçimde bağlanırlar.

Bu böyle olduğu gibi, sözkonusu inancın değerini yabancıların kavrayabilmeleri için bağlılarının onun uğrunda musibetler ile karşılaştıklarını ve karşılaştıkları musibetlere sabretmelerini görmeleri gerekir. O zaman bu inanca yabancı olanlar içlerinden şöyle diyecekler; "Eğer bu inanç sistemi, bu adamların onun uğrunda çektikleri musibetlerden daha hayırlı ve büyük olmasaydı, bu adamlar onun uğrunda belâlara katlanmazlar, bu sıkıntılara sabretmezlerdi." O zaman da bu inancın düşmanları onun mahiyetini araştırmaya, ona değer vermeye ve ona sempati ile yaklaşmaya yönelirler. Bütün bunların sonucu olarak yüce Allah'ın desteği ve "fetih dönemi gelerek, insanlar akın akın O'nun dinine girerler.

Ayrıca sözünü ettiğimiz musibetler, bu inancın bağlılarının bel kemiklerinin sağlamlaşması ve dinamiklik derecelerinin artması için de gereklidir. Sebebine gelince, sıkıntılar; müminin potansiyel güçlerini, saklı enerjilerini harekete geçirir, onun kalbinde ancak musibetlerin darbeleri altında keşfedebileceği gizli çıkış ve nüfuz kanalları açar, vicdanında ancak gözlerdeki perdeyi kaldıran, kalplerin pasını silen sıkıntı ortamı içinde yeşerebilecek doğru değer yargılarının, ince ölçülerin ve isabetli düşüncelerin gelişip serpilmesini sağlar.

Bunların hepsinden daha önemlisi, yahut da bunların tümünün temel dayanağı, bütün dayanakların sarsıldığı, türlü türlü saplantıların kayboluverdiği ve diğer bütün dayanaklarını yitirmiş olan kalbin sırf Allah ile başbaşa kaldığı kritik anda sırf O'na sığınmasıdır. Sadece o anda gözlerdeki perdeler düşerek basiret açılabilir ve bakışların önündeki ufuk açık-seçik hale gelebilir. O anda mümin için yüce Allah'tan başka hiçbir şey, O'nun yüzünden başka hiçbir güç, O'nun iradesi dışında hiçbir irade ve O'ndan başka sığınılacak hiçbir merci yoktur. İşte o zaman müminin ruhu, doğru düşüncenin dayanağı olan tek gerçekle, biricik realite ile bütünleşmiş olur.

Nitekim yukardaki ayetlerin şu cümleleri, müminin vicdanı ufuktaki bu doruk noktasına yükseltiyor:

"Sabredenleri müjdele. Ki, onların başlarına bir musibet geldiğinde; `Biz Allah için varız ve sonunda O'na döneceğiz' derler."

Biz yalnız Allah için varız. Hepimiz, varolan her şeyimizle, bütün varlığımızla, dönüşümüz, nihaî başvurumuz sadece O'nadır. Teslimiyet... Mutlak teslimiyet... Biricik realite ile ve doğru düşünce ile yüzyüze gelmekten, bütünleşmeden kaynaklanan nihaî sığınmanın teslimiyeti!..

İşte sabredenler bunlardır. Şanlı(bu kelimenin hangi anlamda kullanıldığını tam olarak anlayamadık ancak, bildiğimiz anlamlarıyla kullanılmışsa burada uygun olmamış bizce) Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) yüce nimet bağışlayıcısına aracı olarak kendilerine müjde sunduğu bahtiyarlar.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 221-223, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

4 Kasım 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 73


_Onlar(şehidler) zahirde, gözün gördüğüne göre öldürüldüler. Fakat ölümün ve hayatın mahiyetlerini bu yüzeysel ve zahiri bakış belirleyemez. Hayatta olmanın, diriliğin başta gelen belirtisi etkinlik, büyüme-gelişme ve sürekliliktir. Ölümün başta gelen belirtisi ise pasiflik, durgunluk-donukluk ve kesintidir. Allah yolunda öldürülenlerin, uğrunda öldürüldükleri hakk davayı destekleme konusundaki etkinlikleri belirgin bir etkinliktir. Uğrunda can verdikleri düşünce onların kanları ile sulanarak süreklilik kazanır. Bu fedakâr insanlar ölümü seçmekle kendilerinden sonra gelecek olanları güçlü ve devamlı bir etki altında bırakırlar. Buna göre şehitler; hayatı değiştirme ve yönlendirme konusunda aktif, sürükleyici ve etkin birer unsur olmakta devam ederler ki, hayatta olmanın başta gelen niteliği budur. Bu açıdan onlar her şeyden önce insanların dünyasında geçerli olan bu objektif bakış açısı yönünden yaşıyorlar, diridirler.

_Onlar yaşıyorlar!.. Diri oldukları için öbür ölüler gibi yıkanmazlar. Şehit düşerken giydikleri elbiseler aynı zamanda kefenleri olur. Çünkü yıkamak, ölmüş cesedi temizlemek içindir. Oysa onlar yaşadıklarına göre temizdirler, ölüm kiri üzerlerine bulaşmamıştır. Dünyadaki kıyafetleri, aynı zamanda mezardaki elbiseleridir. Çünkü halâ hayattadırlar.

_"Hiç kimse Cennet'e girdikten sonra, yeryüzünde bulunan herşey kendisine verilse bile, tekrar dünyaya dönmek istemez. Yalnız şehid hariç. O şehitliğin ne kadar üstün dereceli olduğunu gördüğü için dünyaya dönerek arka arkaya on kez vurulup şehid olmak ister." (Buhari, Müslim, İmam-ı Malik)

_Fakat bu yaşayan şehidler acaba. kimlerdir? Onlar "Allah yolunda" öldürülen kimselerdir. Sadece Allah yolunda! Allah'tan başka hiçbir hedefe, hiçbir gayeye hiçbir cazibeye içinde yer vermeksizin... Sırf yüce Allah'ın indirdiği bu gerçek uğruna. Sırf yüce Allah'ın yasallaştırdığı bu sosyal düzen uğruna... Sırf O'nun seçtiği bu din uğruna.... Sadece bu yolda öldürülenler... Başka herhangi bir yolda, başka herhangi bir yafta altında ya da bu amaca başka bir hedef veya başka bir yafta ortak ederek öldürülenler değil!.. Gerek Kur'an, gerek hadisler bu noktayı ısrarla vurgulamaktadır. Ta ki, vicdanlarda en ufak bir şüphe, en zayıf bir kuşku kırıntısı kalmasın, vicdanlarda sadece Allah kalsın diye.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 218-220, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

3 Kasım 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 72

_(bakara-153) Ey müminler, sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Hiç şüphesiz Allah, sabredenler ile beraberdir.

_Sabır, Kur'an-ı Kerim'de sık sık tekrarlanır. Çünkü yüce Allah çeşitli içgüdüler ve ket vurucu psikolojik faktörler arasında doğru yolda yürüyebilmenin ve binbir türlü çatışmalar ve engeller arasında yeryüzünde insanları Allah'a çağırma görevini yürütmenin ne kadar büyük bir gayret gerektirdiğini herkesten iyi bilir. Bu gayret insandan, sinir sağlamlığı, olağanüstü bir soğukkanlılık, güç kaynaklarının sürekli seferberliği, sızma ve kaçış noktaları karşısında kesintisiz bir uyanıklık ister. Bütün bunlar karşısında mutlaka sabırlı olmak gerekiyor. İbadetlere devam etmek için sabır... Günahlardan uzak durmak için sabır... Allah'a ulaştıran yolu kesmek isteyenlere karşı girişilecek cihadı devam ettirmek için sabır... Türlü türlü düşman tuzaklarına, komplolarına karşı sabır... Zaferin ve başarının gecikmesi Karşısında sabır... Aşılması gereken mesafenin uzunluğuna sabır... Bâtılın yayılıp güçlenmesi karşısında sabır. Dostun, destekçinin azlığına sabır... Gidilecek yolun uzun ve dikenli oluşuna sabır... Vicdanların kaypaklığına sabır... Kalplerin şaşkınlığına, sapmalarına karşı sabır... İnatçılığın baskısına sabır... Dönekliğin, kalleşliğin acılığına karşı sabır...

_Eğer hedefe ulaşma süresi uzar ve sıkıntıların baskısı yoğunlaşırsa, ortada azık ve yardımcı güç bulunmadığı takdirde sabır, zayıflar veya tükenebilir. Bundan dolayı, yüce Allah burada namaz ile sabrı yanyana getiriyor. Çünkü namaz, kurumaz bir kaynak ve bitmez bir azıktır. O, güç kaynaklarını yenileyen ve kalbe enerji yükleyen bir azıktır. Onun sayesinde sabır ipi uzar ve kopmaz bir sağlamlık kazanır. Sonra da sabra hoşnutluk, şevk, gönül huzuru, güven duygusu ve azim ekler.

_Ölümlü, zayıf ve gücü sınırlı olan insanın en büyük güç kaynağı ile, yani yüce Allah ile ilişki kurması, karşılaştığı zorluklar sınırlı gücünün kapasitesini aşınca O'ndan yardım istemesi mutlaka gereklidir. Ne zaman? Gizli açık bütün şer güçler ile karşı karşıya kalınca.. İçgüdü ve ihtirasların engellemesi ile arzuların kışkırtması arasında doğru yolda ilerlemenin üzerine bindirdiği sıkıntı ağır bir baskıya dönüşünce... Amansız azgınlıklara ve fesad girişimlerine karşı verdiği mücadelenin baskısı altında ezilmeye yüz tuttukça... Sınırlı ömrüne göre aşacağı yolun ve ulaşacağı hedefin uzakta olduğunu anladıktan sonra akşam vaktinin eşiğinde olmasına rağmen henüz hiçbir yere varamadığını, ömür güneşinin batmaya yüz tutmasına rağmen henüz beklediği şeylerden hiçbirini elde edemediğini tespit edince... Kötülüğün yayılıp güçlendiğini, buna karşılık iyiliğin gitgide zayıfladığını, ufukta hiçbir aydınlık kırıntısı ve yolda hiçbir işaret olmadığını görünce...

_İşte böylesine zor durumlarda namazın değeri ortaya çıkar. Namaz; ölümlü insan ile sürekli ve kalıcı güç olan yüce Allah arasındaki doğrudan ilişkidir... Namaz; tek başına kalmış, garip bir damlacığın hiç kurumayan gür bir su kaynağı ile belirlenmiş bir buluşma vaktidir... Namaz; küçük yeryüzü realitesinin sınırlarını aşarak büyük evrensel realitenin uçsuz-bucaksız alanına yükselmektir... Namaz; yakıcı çöl sıcağında serin bir meltem, bir ilkbahar yağmuru taneciği, bir ağaç gölgesidir... Namaz; yorgun ve kırık kalplere yönelik şefkatli bir el okşayışıdır... Böyle olduğu içindir ki, Peygamberimiz sıkıntılı anlarında müezzini Hz. Bilâl'e; "Ey Bilâl, bize onun (namaz) aracılığı ile nefes aldır." buyururdu. Nitekim Peygamberimiz zor bir işle karşılaşınca yüce Allah'la daha çok buluşabilmek için her zamankinden daha çok namaz kılardı.

_İslâm, bir ibadet sistemidir. İbadetlerde pek çok sırlar saklıdır. İbadetin sırlarından biri; onun yolazığı, ruhun enerji kaynağı ve kalbin cilâsı oluşudur. Ne zaman ağır bir yükümlülük ile karşı karşıya gelsek namaz, bu yükümlülüğü tatlılıkla, neşe ile ve kolaylıkla karşılamamızı sağlayan bir kalp anahtarıdır. Nitekim yüce Allah Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) bildiğimiz sıkıntılı ve ağır görevine seçince kendisine şöyle buyurmuştu:

_"Ey örtüsüne bürünen Muhammed! Gece yarısında, istersen bundan biraz sonra, istersen biraz önce bir süre için kalk ve ağır ağır Kur'an oku. Gerçekten biz sana taşıması zor, ağır bir söz vahyedeceğiz."( Müzemmil Suresi, 1-4)

_Görüldüğü gibi Peygamberimizin bu ağır söze, zor yükümlülüğe ve son derece önemli rolünü üstlenmeye hazırlanması, gece yarısı kalkıp ağır ve ahenkli biçimde Kur'an okumakla gerçekleşmişti. Namaz; kalbi genişleten, Allah ile aradaki ilişkiyi güçlendiren, insanın önündeki işi kolaylaştıran, yoluna ışık saçan, gönüllere sabır, teselli, huzur ve güven bağışlayan bir ibadettir.

_İşte bundan dolayı, burada yüce Allah büyük sıkıntıların eşiğinde olan müslümanları sabırlı olmaya ve namaz kılmaya yöneltiyor.

_Bu yönlendirmenin hemen arkasından da onun sonucu geliyor:

_"Hiç şüphesiz, Allah sabredenler ile beraberdir."

_"Allah sabredenler ile beraberdir; onları destekler, kendilerine direnme gücü verir, güçlerini arttırır, onlara yoldaş olur, koyuldukları yolda kendilerini yalnız bırakmaz, onları sınırlı enerjileri ve yetersiz güçleri ile başbaşa bırakmaz'. Aksine, azıkları bitince kendilerine takviye azık gönderir, yolları uzayınca azimlerini yeniler. Yüce Allah, bu ayetin başında onlara; "Ey müminler!" şeklindeki sevimli hitapla seslenmekte ve bu sevimli hitabı, "Hiç şüphesiz Allah, sabredenler ile birliktedir." biçimindeki hoş ve yüreklendirici bir müjde ile sona erdirmektedir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 214-215, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

2 Kasım 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 71


_Allah'ı zikretmek (anmak) sadece O'nun adını dile getirmek değildir. Allah'ı zikretmek; dilin zikri ile birlikte kalbin ya da tüm bedenin reaksiyona girmesidir. Allah'ı zikretmek; O'nun varlığının bilincine varmak ve bu bilincin etkisi ile asgarî derecede O'na ortak koşmaksızın kulluk etmek, azami derecede ise O'nu görmektir. Yüce Allah'ın vuslat bağışladığı, buluşma hazzı tattırdığı kimse için bunun dışında kalan her şey anlamsızdır ve boştur.

_kıble, karşısında yüce Allah'a ibadet etmek. O'na bağlılığın farklılığını ve kendine özgülüğünü kanıtlamak amacı ile kalplerin buluştuğu bir yeryüzü noktasıdır.

_Eğer İslâm olmasaydı Araplar bir hiçti, hiç olmaya devam edeceklerdi ve her zaman hiç kalacaklar, hiçbir zaman varlık kazanamayacaklardı. Çünkü, İslâm kaynaklı düşünceden başka dünya üzerinde rol oynamalarını sağlayacak bir düşünce birikimleri yoktu.(bu ifadelere katılmıyoruz, hiçlik bir ırka atfedilecek birşey değildir_s.z) Oysa sosyal hayatı yönlendirip geliştirecek bir düşünce birikimi olmayan bir millete insanlığın boyun eğmesi düşünülemez. İslâm düşüncesi ise eksiksiz bir yaşama programıdır, yoksa müslümanlarca okunan bu büyük ve saygın kelimeleri onaylayıcı hiçbir yapıcı davranış ve pratik başarı birikimi olmayan sadece dillerde gevelenen bir kelime yığını değildir.

_Müslümanlar, bir zamanlar, Allah'ı andıkları, O'nu zikrettikleri için Allah da onları andı, adlarını yüceltti, kendilerine başarılı bir insanlık önderliği nasip etti. Sonra onlar Allah'ı unutunca Allah da onları unuttu. Bunun üzerine başıboş bir hiç, herkes tarafından hor görülen sünepe bir kuyruk oldular.

_Kıblenin belirlenişinden ve böylece müslüman ümmete, başkalarınkinden ayrı olan bir düşünce sistemi ile uyumlu, kendine özgü, bağımsız bir kişilik kazandırıldıktan hemen sonra bu bağımsız kişilikli, özgün yapılı ve tüm insanlığa örnek oluşturan bu orta yol takipçisi ümmete yöneltilen ilk direktif, sabrederek ve namaz kılarak bu son derece önemli rolünün yükümlülüklerine katlanmasıdır; bu önemli rolünün gerektirdiği fedakârlıklarda bulunmaya hazır olmasıdır. Bu fedakârlıklar şehit verme; can, mal ve ürün kayıplarına uğrama; korku ve açlık musibetleri ile karşılaşma gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilirler. Bu direktifin devamı olarak bu ümmetten yüce Allah'ın nizamını vicdanlara yerleştirmek ve yeryüzünde insanlar arasında egemen kılmak amacı ile girişeceği cihadın ürkütücü zorluklarına dayanması, kalplerini yüce Allah'a bağlaması, varlığını tümü ile O'na adaması ve her işin akıbetini O'na havale etmesi istenmektedir. Bütün bu fedakârlıklar yüce Allah'ın rızası, rahmeti ve hidayeti karşılığında yapılacaktır. Bu da bu karşılığın değerini kavrayabilecek yetenekte olan mümin kalp için başlı başına çok büyük bir mükâfattır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 214-215, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince

1 Kasım 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 70

_"(Bu peygamber) size daha önce bilmediğiniz birçok şeyi öğretti"

Bu realite, müslüman cemaatin hayatında fiilen gerçekleşmiş bir olgudur. İslâm, bu cemaatı, sadece çölde geçen kabile hayatına elverişli ya da çölün uzak köşelerinde dünyadan kopuk olarak varlığını sürdüren küçük yerleşim merkezlerine yaraşan, dağınık bilgi kırıntılarından başka hiçbir şeyin bilinmediği bir ortamda devşirerek, onu, bütün insanlığı hikmetle, beceri ile, basiretle ve bilgi ile yöneten bir düzeye çıkarmıştı. Bu Kur'an, -Peygamberimizin ondan kaynaklanan direktifleri ile birlikte- bu eğitim ve yönlendirme sürecinin ana maddesini oluşturmuştu. İçinde Kur'an-ı Kerim ile birlikte peygamberimizin yine bu Kur'an'dan kaynaklanan direktiflerinin okunup anlatıldığı Peygamber mescidi, bütün insanlığı maharetli ve başarılı biçimde yöneltmiş olan ilk müslüman kuşağı eğitip mezun eden büyük bir üniversite idi. O yönetim ki, insanlık bunun bir benzerini uzun tarihinin ne geçmiş ve ne de daha sonraki hiçbir döneminde görmüş değildi.

Sözünü ettiğimiz kuşağı ve o yönetici kadroyu yetiştirip mezun etmiş olan bu sistem, her zaman için böyle kuşaklar ve yönetim kadroları yetiştirip mezun etmeye sürekli olarak hazırdır. Yalnız bunun için, müslüman ümmetin bu kaynağa dönmesi, Kur'an'a gerçek anlamı ile inanması, onu kulağa hoş gelen müzikal kelime yığını olarak değil de uygulanacak bir hayat düzeni olarak algılaması şarttır.

_O Allah ki, O'nun hazinelerinin ne bekçisi ve ne de bağışlarının muhasebecisi vardır. Bu bağış, sebepsiz ve gerekçesiz olarak sırf kendi zâtından kaynaklanıyor. Bu bağışın tek sebebi, biricik gerekçesi, O'nun bu şekilde bağışlayıcı ve bol bol ihsan sahibi olmasıdır.(bu bağış hakkında yapılan yorum bizce tartışılabilir, gaybi bir konuda fikir yürüterek sonuç çıkarmak pek sağlam bir yol değildir kanımızca, ‘sebepsiz ve gerekçesiz’lik uygun bir açıklama değil bizce,s.z)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 212-213, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdet ince