__________bismillahirrahmanirrahim__________

rahman ve rahim olan, esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla

31 Aralık 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 130

_yüce Allah şu evreni hakka dayalı olarak yaratmış, evrende bulunan herşeyi belirli bir takdire, bir hikmete bağlı olarak vazetmiştir. Şu insan denen varlık bilerek yaratıldı, o asla başıboş bırakılacak değildir, onun varoluşu için bütün elverişli evrensel şartlar hazırlanmış, yeryüzünde bulunan herşey onun emrine verilmiştir. O yüce Allah katında değerlidir, O'nun yeryüzündeki halifesi, temsilcisidir. Allah, bu halifelik görevinde ona yardımcıdır, çevresini kuşatan evren de onun dostu, samimi arkadaşıdır. Her ikisi ortak Rabbleri olan Allah'a yönelince ruhları birbiriyle uyuşur, bağdaşma halinde olur.

_son hesaplaşma yeri şu dünya değildir, davranış ve tutumların eksiksiz karşılıkları şu geçici dünyada verilecek değildir. Son hesaplaşma yeri orasıdır ve mutlak adalet o son hesaplaşmanın güvencesi altındadır. Buna göre eğer dünyada iyiliğin ve yüce Allah yolunda cihad etmenin amacı gerçekleşmemiş ya da ödülü verilmemiş ise pişmanlık sözkonusu değildir; Şu geçici dünyada insanların ölçülerine göre verilmiş ödüller eğer yetersiz kalırsa bundan kaygılanmak yersizdir. Çünkü bu ödüller, ilerde yüce Allah'ın ölçüleri uyarınca yeterli bir düzeyde sahiplerini bulacaktır. Eğer şu kısacık yolculuk sırasında paylar sahipleri arasında istenmeyen biçimde dağıtılmış ise adaletten umut kesmek yersizdir. Çünkü adalet, kesinlikle, birgün yerini bulacaktır. Yüce Allah kullarına zulmetmeyi asla istemez.

Ahiret inancı, değer yargılarının ve dokunulmaz hakların çekinmeden ve utanmadan çiğnendiği amansız ve delice çatışmaların önüne de engel olarak dikilir. Zira önümüzde Ahiret vardır. Orada herşey verilecek, istenen herşey ele geçecek ve kaçan her fırsat telâfi edilecektir. Bu düşünce, yarışma ve rekabet alanına barışı yansıtacak, yarışçıların hareketlerini bencil değerlendirmelerden arındıracak ve insanlara verilen tek fırsatın şu kısa ve sayılı günlerle sınırlı ömür olduğu şeklindeki ihtirasın çılgınlığını törpüleyecek niteliktedir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 330-331, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

30 Aralık 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 129


_Bu çağrının o günün müslümanlarına yöneltilmiş olması, o dönemde bazı vicdanlarda açık ve gizli bütün eylemleri içeren tam bir itaat konusunda henüz bazı tereddütler bulunduğunu kanıtlar. Koca bir cemaat içinde güvenli, tatmin olmuş ve hoşnutluk düzeyine yücelmiş nice vicdanlar yanında bu tür birkaç vicdanın da bulunması normal bir şeydir. Bu çağrı, aynı zamanda her dönemdeki bütün müminlere sesleniyor. Onlardan ihlâslı olmalarını, kendilerini Allah'a adamalarım, vicdanlarının eğilimleri ile duygularının yönelişlerini yüce Allah'ın kendilerine ilişkin istekleri ile uyumlu hale getirmelerini, bu uyumu peygamberlerinin ve dinlerinin direktifleri karşısında da sağlamalarını, ayrıca sözkonusu uyumu kaçamaksız, tereddütsüz ve hiç kaypaklığa meydan vermeksizin gerçekleştirmelerini istiyor.

Müslüman bu çağrıya kesinlikle uyunca tümü ile barış ve dirlik olan bir alemin içine girer. Tümü ile güvenden, tümü ile tatmin olmuşluktan, tümü ile gönül hoşluğundan, tümü ile istikrardan oluşmuş; şaşkınlığa, endişeye, kuşkuya, yön belirsizliğine ve sapıtmaya yer vermeyen bir alem bu. Bu alemde vicdanla ve duygu dünyası ile barış vardır, akılla ve mantıkla barış vardır, insanlarla ve diğer canlılarla barış vardır, varlık bütünü ile ve teker teker her varlıkla barış vardır. Yüreklerin derinliklerine meltem serpen bir barış. Hayatı ve toplumu serin gölgesi altına alan bir barış. Yere de göğe de egemen olan bir barış.

Bu barış pınarının kalbe akıtacağı ilk feyiz; sağlıklı, halis ve yalın bir Allah düşüncesidir. Bu sağlıklı düşünce7in bağlandığı Allah, tek bir Allah'tır. Müslüman O'na bir anda yönelir ve artık kalbinin derinliklerine kök salar, Artık bu konuda ne farklı yollara sapar ve ne de değişik taraflara yönelir. Putperestlik inancında ve cahiliye kültüründe görüldüğü gibi orada burada değişik ilâhlar peşinde koşmaz. Onun Allah'ı tektir. O güvenle, tatmin olmuş olarak, katıksız ve belirgin bir yaklaşımla bu Allah'a yönelir.

O, güçlü, kudretli, üstün iradeli ve kahredici bir ilâhtır. Müslüman O'na yönelince şu varlık aleminde bulunan biricik gerçek güce yönelmiş, böylece bütün sahte güçler karşısında güvene, huzura ve tatmine kavuşmuş olur. Artık o, hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmaz. Çünkü güçlü, kudretli, üstün iradeli ve kahredici Allah'a kulluk sunmaktadır. O artık hiçbir şeyi elden kaçıracağından korkmaz, mahrum etme ve bağışlama gücünü kesinlikle elinde tutan Rabbi dışında hiç kimseden birşey beklemez.

O, adil ve hikmet sahibi bir ilâhtır. O'nun gücü ve kudreti zulme karşı, şahsi ihtiraslara karşı ve aldatmalara, kandırmalara karşı güvence oluşturur. O, puta tapıcılığın ya da cahiliye kültürünün arzuların ve ihtirasların peşinden sürüklenen ilâhları gibi değildir. Böyle olduğu içindir ki, müslüman, ilâhına sığınmakla adalete, gözetime ve güvene kavuşacağı sarsılmaz bir dayanağa sığınmış olur.

O, merhametli, müşfik, nimet verici, karşılıksız bağışlayıcı, günahların affedicisi ve tevbelerin kabul edicisi bir Rabb'dır. Darda kaldığında kendisine dua edenin duasını kabul ederek sıkıntısını giderir. Buna göre müslüman, O'nun himayesi altında, güven, dirlik, barış ve bağış içindedir. Zayıf durumlarında merhamet görür, tevbe edince günahları bağışlanır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 329-330, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

29 Aralık 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 128

_"Kimi insan da var ki, benliğini Allah'ın rızasını kazanmaya adar. Hiç kuşkusuz, Allah kullarına karşı pek şefkatlidir."

Buradaki "adamak", satmak anlamına gelir. Bu insan tipi varlığını tümü ile Allah'a satar, varlığının hiçbir zerresini geriye bırakmaksızın onu bütünü ile Allah'a teslim eder. Bu kendini adamanın, satmanın ardından yüce Allah'ın hoşnutluğundan başka hiçbir gaye gütmez. Bu satışta kendisine ayırdığı hiçbir şey yoktur. Onun arkasında sakladığı hiçbir beklenti yoktur. Bu satış hiçbir tereddüt ve kaypaklık taşımayan, hiçbir bedel tahsil etmeyi amaçlamayan, Allah'tan başkasına hiçbir pay bırakmak istemeyen tam bir satıştır.(adamak üzerine mustafa islamoğlu’nun adayış risalesindeki açıklamaları türkçe açısından daha etkileyiciydi, ben şahsen adamayı, adamak olarak anlıyorum, satmak demektir diye bir yoruma ihtiyaç var mıydı? bence yoktu, adamak kelimesi meseleyi en etkili bir şekilde anlatmaktadır kanaatimce…s.z.)

_"Mekke'den ayrılıp Peygamberimizin yanına göç etmek istediğim zaman Kureyşliler bana `Ya Suheyb, bizim yanımıza geldiğinde hiçbir malın yoktu. Şimdi buradan malını yanına alarak ayrılacaksın. Vallahi, bu asla olmaz' dediler. Ben de kendilerine `Baksanıza, eğer malımı size verirsem beni serbest bırakır mısınız'?' diye sordum. `Evet, bırakırız' dediler. Bunun üzerine malımı kendilerine bıraktım, onlar da beni serbest bıraktılar. Serbest kalır-kalmaz Mekke'den ayrılarak Medine'ye geldim. Olup bitenler Peygamberimizin kulağına varınca benim hakkımda iki kere üstüste `Suheyb kârlı çıktı, Suheyb kârlı çıktı' buyurdu."

Bu ayet ister bu olay üzerine inmiş olsun, ister sonradan ona yakıştırılmış olsun, kuşku yok ki, bir tek olayın ya da bir tek kişinin çerçevesinden çok daha geniş kapsamlıdır. Ayet, belirli bir karakterin tablosunu canlandırıyor, belirli bir insan tipinin ana özelliklerini tanıtıyor. Sen bu insan tipinin insanlar arasındaki benzerlerini orada-burada görebiliyorsun.

_Ey müminler, bütün varlığınız ile İslâm`a (barışa) girin. .Sakın Şeytanın izinden gitmeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.(bakara 208 meali)

_Müminler bütünüyle Allah'a teslim olmalı, varlıklarını tümü ile O'na adamalıdırlar. Bu teslimiyet, irili ufaklı her işlerini, her şeylerini içermelidir. Bu teslimiyet, yüce Allah'a boyun eğmeyen, O'nun hükmüne ve yazgısına razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem, arzu ve endişe kırıntısını geride bırakmayan kesin bir teslimiyet olmalıdır. Bu teslimiyet itaate, güvene, tatmin olmuşluğa ve gönül rızasına dayalı bir teslimiyet olmalıdır. Bu teslim oluş, kendilerine adım adım kılavuzluk edecek bir ele ellerini verme biçiminde olmalı; bu elin kendilerini yararlıya, iyiye ve başarıya götürmek istediğinden emin olarak gerek dünyada ve gerekse Ahirette bu el sahibinin izleteceği yolun ve ulaştıracağı noktanın doğruluğundan en ufak bir kuşku duymamalıdırlar.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 326-329, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

28 Aralık 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 127


_"İş başına geçince yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah, kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sevmez."

Bu insan tipi görev başına geçince bütün katılığı, kırıcılığı ve inatçılığı ile kötülüğe ve bozgunculuğa yönelir. Bu yönelişi, her türlü canlının kökünü kurutma eyleminde somutlaşır. Bu mahvetme eyleminden ne bitki, ürün ve meyve alanı olan tarım alanları ve ne de hayatın sürekliliğini sağlayan insan nesli kurtulabilir. Bu ölçüdeki bir hayat düşmanlığı ifadesi, bu yıkıcı yaratığın yapısına için için işlemiş olan kini, kötülüğü, gaddarlığı ve bozgunculuğu sembolize etmektedir. Onun yapısına işleyen bu yıkıcılığı dilinin tatlılığı. yağcılığının gözboyacılığı; yararlı, iyiliksever, hoşgörülü ve yapıcıymış izlenimini uyandıran sahte dış görünüşü örtüyor, gözlerden saklıyordu. Oysa "Allah, kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sevmez:" Yeryüzünde bozgunculuk çıkaran bozguncuları da sevmez. Sözünü ettiğimiz insan tipinin gerçek mahiyeti yüce Allah'tan saklanamaz. Dünya hayatında ikiyüzlülük ve sahtekârlıkla insanlar aldatılabilir ama :Allah asla. Bu yıkıcı ve hayatın özünü kurutucu insan tipinin görünüşüne aldanmaya ve kalplerdeki duygulardan habersiz olmaya mahkûm olan insanların hoşuna giden sahtekârlıkları yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanamaz.

_"Ona `Allah'tan kork' denilince günahları ile gururlanma damarı kabarır. Böylesi için Cehennem yeterlidir. Orası ne kötü bir barınaktır!"

Bu insan tipi iş başına geçince yeryüzünde kargaşa çıkarmaya yönelir, ekini ve insan neslini mahvetmeye başlar, yıkıcılığı ve tahripkârlığı yaygınlaştırır, içini kemiren kini, kıskançlığı, şirretliği ve bozgunculuğu dışa kusar. İşte bütün bu melânetleri işlerken biri ortaya çıkıp da kendisine Allah'tan çekinmesini, O`'ndan utanmasını ve gazabından sakınmasını hatırlatmak amacı ile "Allah'tan kork" deyince böyle bir sözü işitmek bile hoşuna gitmez, takvaya yönelmeye burun kıvırır, eğri yolda olduğunu kabul ederek doğruya yönelmeyi gururuna yediremez. Hemen pohpohlanma duygusuna kapılır. Bu pohpohlanma hakla, adaletle ve yararlılıkla değil, "günah" ile olur. İşlediği suçlarla, günahlarla ve eğrilikle üstünlük taslar; kendisine hatırlatılan gerçeğe ve doğrudan doğruya Allah'a karşı utanmadan başkaldırır, serkeşliğe kalkışır. Oysa o, daha önce kalbindeki duyguların içtenliğine yüce Allah'ı şahit gösteriyor; kendini yararlı, iyiliksever, samimi, Allah'a bağlı ve haya sahibi gibi gösteriyordu.

_"Böylesi için Cehennem yeterlidir. Orası ne kötü bir barınaktır!"

Yeter ona orası. Orası ona kâfi gelir. Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem! Azgınlar ile Şeytanın yardakçılarının hep birlikte içine tıkılacakları Cehennem. Acısı kalplere çöreklenecek olan Hutame Cehennemi. Yakaladığını ne geri bırakan ve ne de azabına son veren Cehennem. Öfkesinden neredeyse kükreyen Cehennem. Bu Cehennem yeter ona, "Orası ne fena bir barınaktır!" Burada "barınak" deyimine yer verilmiş olması ne kadar korkunç bir olaydır! Bunca gururlanmadan, böbürlenmeden ve üstünlük taslamadan sonra yeri, yatağı Cehennem olacak olanın vay haline!

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 325-326, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

27 Aralık 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 126

_"Oysa Allah'ın azabından sakınanlar, Kıyamet günü, kâfirlerden daha üstün konumdadırlar."

Bunun arkasından özet halinde insanlar arasındaki anlaşmazlık meselesine değinilerek insanların anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm versin diye başvurmaları gereken ölçü açıklanıyor ve yüce Allah tarafından anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm vermek için indirilen hakk içerikli kitabın fonksiyonu belirleniyor.

Bu noktadan sonra bu ölçüye uyanları, yolları boyunca bekleyen zorlukların tanıtımına geçiliyor. Bu konuda müslüman cemaate seslenilerek dikenliklerle kaplı yolculukları sırasında karşılaşacakları ve daha önce bu emaneti taşımış olan bütün cemaatlerin yüzyüze gelmiş oldukları sıkıntılar, meşakkatler ve baskılar anlatılıyor. Böylece müslüman cemaatin bu emanetin kaçınılmaz ve yan çizilmez yükümlülüklerine kendini hazırlaması, bu güçlerin üzerine gönüllü olarak iç huzuru içinde atılması, ufukları bulutların kapladığı ve sabah aydınlığının uzak göründüğü her kötümserlik anında yüce Allah'ın yardımını beklemesi amaç ediniliyor.

_İnsan psikolojisinin çeşitli karakteristiklerini canlandıran bu sanatkârane fırçanın şaşırtıcı darbeleri, dokunuşları, bu olağanüstü veciz sözlerin asla insan kaynaklı olamayacağı gerçeğini doğrudan doğruya ilân eder. Zira insandan kaynaklanan fırça darbeleri, bu kadar hızlı dokunuşlar aracılığı ile çeşitli insan tiplerinin en derin özelliklerini bu kadar belirgin ve bu kadar kapsamlı bir şekilde canlandıramaz.

Bu ayetin her kelimesi kelimeden çok insan karakteristiklerini canlandıran ve insan özelliklerini belirleyen birer fırça darbesine benziyor. Bu darbeler ardarda sıralanır-sıralanmaz canlandırılan insan tipi canlı bir varlık halinde ve kişiliği belirginleşmiş olarak doğrulup ayağa kalkıveriyor. Öyle ki, nerede ise parmağını ona doğru dikecek ve milyonlarca kişi içinden kendisini seçerek "işte Kur'an-ı Kerim'in anlatmak istediği insan tipi budur" diyeceksin. Bu işlem, canlılar dünyasında her an yüce Allah'ın elinden çıkan yaratma ameliyelerinin tipik bir benzeridir!

Sözünü ettiğimiz canlı yaratık konuşuyor ve kendisini iyiliğin, samimiyetin, bağlılığın, sevginin, fedakârlığın, insanlara iyilik, yarar, mutluluk ve dürüstlük sunma arzusunun sembolü olarak tanıtıyor. Konuşurken sözleri hoşunuza gidiyor, tatlı dili sizi büyülüyor, sesinin ahengine bayılıyorsunuz; iyilikten, iyilikseverlikten ve yapıcılıktan sözederken ağzından bal akıyor. Sözlerinin etkisini ve inandırıcılığını daha da arttırmak, bağlılık ve samimiyetini vurgulamak, kendini takvalı ve Allah'tan korkan bir kişi gibi gösterebilmek için "kalbindeki duygularının içtenliğine Allah'ı şahit gösteriyor." Oysa O, aslında "en amansız bir düşmandır." Kalbinde kin ve düşmanlık kaynıyor. Gönlünde sevginin ve hoşgörünün kırıntısı bile yoktur. Orada ne sevgiye ve yararlılığa ve ne de özveriye ve fedakârlığa en ufak bir yer bulamazsınız.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 323-325, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

26 Aralık 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 125


_"Allah'tan korkun ve bilin ki, hepiniz O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz."

Bu ayetlerde İslâm'ın, Hacc ziyaretini nasıl bir İslâmî farz haline getirdiğini, onu cahiliye köklerinden nasıl arındırarak İslâm kulpuna bağladığını, İslâm eksenine düğümlediğini, İslâm düşüncesinin egemenliğine verdiğini, geçmişin tortularından ve lekelerinden temizlediğini açıkça görüyoruz. İşte İslâm'ın yürürlükte bırakmayı uygun gördüğü bütün eski gelenek ve ibadet amaçlı törenler karşısındaki metodu budur. Bu ziyaret artık cahiliye dönemindeki eski gelenek değildir. O artık yeni bir elbisenin uyumlu bir parçası olmuştur. O artık eski bir Arap adeti değildir. O, artık bir İslâm adeti, daha doğrusu bir İslâm ibadetidir. Başka bir deyimle sürekli varolacak olan ve her zaman korunacak olan değer, İslâmdır... Sadece İslâm!..

_Kur'an-ı Kerim'in direktifleri ve yasal düzenlemelerini dikkatli bir incelemeye tabi tutan bir gözlemci, insanlık için eksiksiz bir hayat düzeni meydana getiren bu yükümlülüklerin aynı zamanda kendine özgü bir eğitim sistemi de içerdiğini görecek, gözünden kaçmayacaktır. Bu eğitim sistemi insan psikolojisinin uzmanlık çapına ulaşmış derin bilgisine, onun gizli-açık sızma kanallarının kesin tanınmasına dayanır. Bu metod, sözkonusu psikolojik yapıyı her yönüyle ele alır. Ayrıca çeşitli insan karakterlerinin canlı tasvirlerini verir. Bu tasvirlerde özellikler o kadar açık, karakteristikler o kadar belirlidir ki, insan bunları incelerken bu karakteristikleri ve özellikleri üzerinde taşıyan kişilerin kendilerini meydanda gezerken ve insanlar arasında dolaşırken görür gibi olur ve nerede ise elini bu kişilerin omuzlarına koyarak "işte Kur'an-ı Kerim'in kasdettiği insan tipinin tıpkısı" diye bağıracağı gelir.

Bu bölümde de iki değişik insan tipinin belirgin karakteristiklerini buluyoruz. Birinci insan tipi karakter bakımından ikiyüzlü, şirret, tatlı dilli, benliğini hayatın ekseni sayan, görünüşü alımlı fakat içi canlar yakan bir tiptir. Bu kimse nefsini ıslah etmeye, kendine çekidüzen vermeye ve Allah'tan korkmaya çağrıldığı zaman hakka dönmez, nefsini ıslah etmeye girişmez. Bunun tersine günahları ile gururlanma damarı kabarır, gerçeğe ve iyiye yönelmeyi reddeder, ayetin deyimi ile "ekini ve nesli" yani bitki, hayvan insan ve bütün canlıları mahvetmeye devam eder.

İkinci insan örneği ise mümin ve samimi bir tiptir. Varlığını tümü ile yüce Allah'ın rızası uğruna kullanır, hiçbir şeyini geriye bırakmak istemez. İşinde ve çalışmasında şahsını asla hesaba almaz. Çünkü Allah'ta yok olmuştur, bütünü ile O'na yönelmiştir.

_Bu ses müminleri bütün varlıkları ile, hiçbir tereddüde kapılmaksızın, hiçbir zikzak çizmeksizin ve vaktiyle Allah'ın nimetini değiştirerek nankörlüğe yönelen yahudilerin yaptıkları gibi hiçbir olağanüstülük veya mucize isteyip yüce Allah'ın gücünü denemeye kalkışmadan Allah'a teslim olmaya çağırıyor. Bu kesin teslim oluş "İslâm'a ve barışa giriş" deyimi ile ifade ediliyor; bu deyimle yüce Allah'ın dinine inanmanın ve O'nun önerdiği hayat sistemi uyarınca yaşamanın özü hakkındaki eksiksiz ve gerçek düşünce önünde geniş bir kapı açılıyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 322-323, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

25 Aralık 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 124

_Araplar cahiliye döneminde Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz çarşılarında buluşurlardı. Bu çarşılar sadece birer alış-veriş merkezi değildi. Buralar aynı zamanda şiir yarışmaları düzenlenen, ataların ve soy üstünlüğünün iftihar vesilesi yapıldığı yerlerdi. Çünkü o dönemde Araplar, kendilerini bu tür övünme ve böbürlenmelerden alıkoyacak büyük amaçlardan ve önemli uğraşlardan yoksundular. O zaman henüz söz ve çalışma enerjilerini uğrunda harcayacakları tüm insanlığa dönük bir misyonları yoktu. Onların insanlığa yönelik tek misyonu, İslâm'ın omuzlarına yüklediği cihanşümul görev oldu. İslâm'dan önce ve İslâm'dan koptukları zamanlarda Arapların ne yeryüzünde bir misyonları ve ne de gökte anılan bir hatıraları vardı.

_"Hacc ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah'ı anın."

Yüce Allah'ın onlara "atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah'ı anın" diye buyurması, atalarını yüce Allah ile birlikte anabilecekleri anlamına gelmez. Tersine bu ifade kınama niteliği taşır. Bunun yanısıra daha lâyık olana, daha öncelikliğe yönelmeyi telkin eder. Bu ayet ilk müslümanlara diyor ki; "Sizler yalnızca Allah'ı anmanız caiz olduğu halde tutup atalarınızı anıyorsunuz. Bu alışkanlığınızı Allah'ı anma alışkanlığına dönüştürün. Hatta Allah'ı daha ısrarlı bir dille anın. Elbiselerinizden soyunarak O'na doğru yola çıktığınıza göre soy ilişkilerinden de sıyrılın.

_İslâm, müslümanlardan dünyayı elden bırakmalarını istemiyor. Çünkü onlar bu dünyada yüce Allah'ın halifesi olma amacıyla yaratılmışlardır. İslâm'ın, müslümanlardan bu konuda istediği tek şey dünya işlerinde yüce Allah'a yönelmeleri, dar görüşlülük yaparak dünyayı kendileri için duvarları tarafından kuşatma altına alınacakları bir hisar haline getirmemeleridir. İslâm, "insan"ın şu basit yeryüzünün hisarlarından, kuşatmalarından kurtulmuş olmasını, dünyada onurlu bir varlık sıfatı ile orada çalışmalar yapmasını ve yüce ufuklar ile ilişkili olarak halifelik görevini yürütmesini istiyor. Bundan dolayı olaylara ve gelişmelere islâm düşüncesinin zirvesinden bakan kimselere yeryüzüne egemen olan kısır amaçlar tek başına son derece basit ve gülünç görünür.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 319-321, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

24 Aralık 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 123


_Kureyşliler cahiliye döneminde kendilerini "yiğitler (Hums, tekili: Ehmes)" diye adlandırırlar ve özlerine diğer Araplardan ayırıcı birtakım imtiyazlar, üstünlükler tanırlardı. Bu imtiyazlardan biri olarak onlar kendileri dışındaki Arap halkı gibi Arafat dağında vakfeye durmazlar ve bu duruşun bitiminde halkın dağıldığı yerden dağılıp geri dönmezlerdi.

İşte ayetteki emir bunun için geldi. Yüce Allah bu emirle insanları, İslâm'ın amaçladığı eşitliğe döndürmekte, onları insanlar arasındaki uydurma farklılıkları ortadan kaldırarak bütünleşmeye çağırmaktadır:

"Sonra insanların dağıldığı yerden siz de dağılın ve Allah'tan mağfiret dileyin. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."

Nitekim Buharî'nin Hişam'a ve onun da babasına dayanarak naklettiğine göre bu konuda Hz. Aişe (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:

"Kureyşliler ile onların dinlerine bağlı olanlar Müzdelife'de duruş yaparlar ve kendilerini `yiğitler (Hums)' ünvanı ile anarlardı. Geride kalan Araplar ise Arafat'ta duruş yaparlardı. İslâm gelince yüce Allah Peygamberine Arafat'a giderek orada duruş yapmasını ve oradan halkla birlikte ayrılmasını emretti. İşte `İnsanların dağıldığı yerden siz de dağılın' ayeti buna işaret ediyor."

Yani "Halkın duruş yaptığı yerde duruş yapın ve halkla birlikte, onların dağıldığı yerden dağılın." İslâm soy ve sınıf ayrımı tanımaz. onun gözünde bütün insanlar tek bir ümmettir. Tarağın dişleri gibi fertleri birbirine eşittir. Hiç kimsenin başkasına karşı takva dışında üstünlüğü yoktur. İslâm, Hacc kongresinde müslümanları, kendilerine seçkinlik sağlayan bütün kılıklardan soyunmakla ve böylece yüce Allah'ın evinde birbirlerine eşit kardeşler konumunda biraraya gelmekle yükümlü tutmuştur. Müslümanlar burada soy zırhına bürünüp bu yoldan birbirlerine karşı üstünlük taslamamak için elbiselerinden, kıyafetlerinden soyunuyorlar.

Yüce Allah onlara demek istiyor ki; Cahiliye taassubunu içinizden söküp atarak hep birlikte İslâm'ın rengine bürünün. Allah'tan af dileyin. Şu cahiliye gururundan dolayı O'ndan af dileyin. Yaptığınız Hacc görevine gölge düşüren her türlü ters ve aykırı eyleminizden dolayı O'ndan af dileyin. Bu kusurunuz çok küçük de olsa, sadece içinizden geçen basit bir kötü duygudan ibaret olsa bile yahut cinsel açık-saçık sözler, kırıcı tartışmalar ve başka kötülükler gibi ağzınızdan kaçan günahlar biçiminde de olsa Hacc sırasındaki bütün hatalarınızdan dolayı O'ndan af dileyin.

_İslâm, müslümanların Hacc kongresi sırasındaki bütün davranış ve tutumlarını, tüm insanlığı benimsemeye çağırdığı düşünce sistemi temeline oturtuyor. Bu temel, eşitliktir; toplumda sınıf farkı gözetmeyen, ırk ayrımı tanımayan, dil farkı gözetmeyen, yeryüzünde görülen hiçbir üstünlük ve imtiyaz sebebini onaylamayan bir düşünce temelidir. Yine görüldüğü gibi İslâm, müslümanları bu temiz ve yüce düşünce temeli ile çelişen bütün yanlışlıklarından dolayı yüce Allah'tan af dilemeye çağırıyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 318-319, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

23 Aralık 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 122

_İlk müslümanlar bu ilâhi cümleleri okurken, hiç kuşkusuz, bütün tarihlerine damgasını basmış olan eski sapık, acıklı, perişan ve geri kalmış hayatlarının görüntüleri, hayallerinin, belleklerinin ve duygularının önünden bir sinema şeridi gibi akıyordu. Sonra dönüp hallerine bakınca islâm'ın kendilerini yükselttiği, yüce Allah'ın bu din aracılığı ile kendilerini erdirdiği yeni konumlarım görüyor ve o zaman bu gerçeğin bütün derinlik ve köklülüğünü tartışmasız olarak varlıklarından somut bir biçimde algılıyorlardı.

Bu realite, her milletten ve her kuşaktan bütün müslümanlar için günümüzde de geçerliliğini sürdürüyor. Bu milletler ve bu kuşakların İslâm'a kavuşmadan önceki durumu neydi? Onlar bu inançtan yoksun olarak nedirler? Onlar islâm'ın gösterdiği yola girdiklerinde, İslâm'ın yaşama tarzını hayatlarına yansımış bir gerçeğe dönüştürdükleri zaman geri kalmış, basit, sapık ve karmaşık bir konumdan kurtulup gelişmiş, önemli,yönü ve hedefi belli bir düzeye geçerler. Üstelik bu geçişi, bu düzey yükselişini gerçek anlamda müslüman olmadan, yani hayatlarını tümü ile İslâmî yaşam tarzına uyarlamadan fark edemezler.

İnsanlığın tümü bu doğru istikametli hayat yoluna girmedikçe koyu bir cahiliyenin bataklığında debelenmeye mahkumdur. Daha önce yeryüzünün her tarafını baskısı altında inleten bu cahiliyenin pençesinde kıvrandıktan sonra İslâm'ın üstün yaşama düşüncesi sayesinde yeniden hayat bulanlar dışında hiç kimse bu gerçeği tam anlamı ile kavrayamaz. Ancak böyleleri çevrelerini kuşatmış olan iğrençlikler, kokuşmuş bataklıklar ve mikrop yatakları karşısında İslâm'ın yüce hayat sisteminin gerçek mahiyetini anlayabilirler.

İnsanlık uzun tarihi boyunca birçok düşünce sistemi, birçok sosyal düzen ve çok sayıda hayat tarzı görüp geçirdi. Bunların içinde eski-yeni en büyük filozofların felsefi sistemleri, yine eski-yeni en büyük düşünürlerin düşünceleri de vardı . İnsan, İslâm düşüncesinin ve İslâmî hayat tarzının zirvesinde durup bu serüvenin evrelerine bakınca insanlığın bu kadar boş, bu kadar çıkmaz, bu kadar trajik, bu kadar anlamsız ve karmaşık sistemler ile oyalanması karşısında hayrete düşüyor. Hiçbir aklı başında insan bu zulmü kendine reva görmemelidir. O insan ki, artık hiçbir ilâha ihtiyacı kalmadığını, en azından artık yüce Allah'tan gelen bir şeriate, ilâhî kaynaklı bir yaşam sistemine uymasına gerek kalmadığını iddia ediyor!

_Hacc, müslümanların evrensel kongresidir. Müslümanlar bu kongrede kendilerini biraraya getiren İslâm bağından başka bütün ilişkilerden arınmış, İslâm karakteristiğinin dışında kalan bütün karakteristiklerden ve özelliklerden sıyrılmış, ayıp yerlerini örten dikişsiz bir örtü dışında kalan bütün elbise ve kılıklardan soyunmuş olarak biraraya gelirler. Bu kongrede herhangi bir fert ile başka bir fert arasında, herhangi bir kabile ile başka bir kabile arasında, herhangi bir ırk ile başka bir ırk arasında ayrım yapılmaz. Burada toplananlar arasında tek inanç; İslâm inancı, tek akrabalık bağı; İslâm akrabalığı ve tek renk; İslâm'ın rengidir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 317-318, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

22 Aralık 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 121


_Peygamberimizin bu iki görüşte ileri sürülen zaman diliminde Arafat'ta durmayı emretmesinin, başka bir deyimle bu vakfe süresini Arefe gününden Zilhicce'nin onuncu gününe rastlayan Kurban bayramı gününün sabahına kadar uzatmasının gerekçesi müşriklerin, putperestlerin buradaki vakfe geleneklerine ters düşmekti. Nitekim İbn-i Merduye'nin ve Hakim'in Abdurrahman b. Mubarek el-Ayşî'ye dayanarak kaydettiklerine göre sahabilerden Misver b. Mahrime (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:

- Peygamberimiz, bir defasında Arafat'ta bize bitap etmişti. Önce Allah'a hamdetti, O'nu övdü. Sonra `imdi' diye söze girdi. O her zaman bir konuşma yaparken `imdi (bundan sonra)' diye söze girerdi. Sonra şöyle buyurdu:

"Bugün, Hacc-ı Ekber (En büyük Hacc) günüdür. dikkat edin ki, müşrikler, putatapanlar bugün güneş batmadan önce buradan dağılırlardı. Onlar buradan ayrılırken güneş, dağların başında insanların baslarındaki sarık gibi dururdu. Biz ise güneş doğmadan önce buradan dağılıyor, böylece müşriklerin geleneklerine ters düşüyoruz."(bu rivayetin doğruluğunu hakkında bir bilgimiz yok, sadece aktarıyoruz,s.z.)

_"Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."

ilk müslüman cemaat, bu realitenin hayatlarındaki derin ve geniş çaplı etkisini gerçek anlamda kavrayabiliyordu. Çünkü Arapların pençesinde kıvrandıkları sapıklık dönemi pek yakın geçmişlerini oluşturuyordu. Bu sapıklık herşeyden önce düşüncelere egemendi. Putlara, cinlere, meleklere tapmak, melekleri Allah'ın kızları saymak, Allah ile cinler arasında akrabalık ilişkisi olduğunu ileri sürmek ve daha birçok saçma sapan, gülünç ve karmaşık inançlar, düşüncelere egemen olan bu sapıklığın göstergeleri idi. Bu çarpık inançlar, mahiyetlerinin doğal sonucu olarak tapınmalarda, dini törenler ve davranışlarda da kargaşa meydana getiriyorlardı. Meselâ bu kimseler bazı hayvanların gücünden ve etinden yararlanmayı sebepsiz yere yasak sayıyorlardı. Dayandıkları tek gerekçe sözkonusu hayvanlar ile ilâhları arasında ilişki olduğu inancı idi. Yine bu ilâhlara evlâtlarının bazılarını adıyor ve bu kanlı adaklara cinleri de ortak ediyorlardı. O sapık ortamda geçerli olan daha birçok dayanaksız cahiliye adeti vardı. Bu saçma adetlerin, karmaşık inanç ve düşünce bulutlarının koyu karanlığından başka hiçbir gerekçesi yoktu.

Bu dönemin sosyal hayatında ve ahlâkında da sapıklık egemendi. ,Az sonra inceleyeceğimiz "Sonra insanların dağıldıkları yerden siz de dağılın" ayetinin, giderilmesini işaret ettiği sınıflar arası farklılıklar bu sapıklığın bir göstergesi idi. Arapların hesaba katılır devletlerarası bir güç olmasına engel olan sürekli kabile savaşları ve sürtüşmeleri bu sapıklığın bir başka göstergesiydi. Cinsel ilişkilerine, karı-koca ilişkilerine ve genel olarak aile-içi ilişkilere çirkin bir damga vuran ahlâk anarşisi bu sapıklığın bir diğer göstergesi idi. Toplumda güçlülerin zayıflara reva gördükleri, herkesin başvurabileceği değişmez değer ölçülerinin yokluğundan kaynaklanan zulümler ve haksızlıklar bu sosyal sapıklığın bir başka göstergesiydi. Genel olarak Arapların sosyal hayatı ve insanî aydan geri kalmışlıkları bu sapıklığın bir diğer göstergesiydi ki, Arapları bu geri kalmışlıktan sadece İslâm kurtarabilmişti. Bütün bunlardan dolayı ilk müslümanlar şu ilâhi buyruğu herkesten farklı bir dikkatle dinliyorlardı:

"O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 315-317, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

21 Aralık 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 120

_Bu söz her şeyden önce kalbi tümü ile Allah'a yöneltmenin ve O'na tam anlamı ile güvenmenin yanında tüm pratik hazırlıkları yapmayı, mümkün olan bütün etkili önlemleri almayı emreden İslâm'ın karakterine ters düşer. Ayrıca bu söz yüce Allah'tan lâubalî ve pervasız biçimde sözetme, "madem ki, O'nun evini ziyaret etmeye gidiliyor, o halde Allah da ziyaretçilerinin karnını doyurmakla görevlidir" gibi bir anlayış yüce Allah'ı minnet borcu altında sayma kokusu taşır. Bundan dolayı hem maddi ve hem de manevi olarak azık hazırlama direktifi gelmiştir. Bu direktife, genel ifadeli ve süreklilik mesajı veren bir takva duyurusu eklenmiştir:

"Yanınıza yolazığı alın. Hiç şüphesiz en hayırlı azık takvadır, Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri, benden korkun."

Takva kalplerin, gönüllerin azığıdır. Kalpler, gönüller bununla beslenir, bununla güçlenir, bununla aydınlanır. Hedefe varma ve kurtuluş dayanağı yalnız budur. "Akıl sahipleri" ise takva direktifini ilk kavrayanlar ve bu besin kaynağından en iyi biçimde yararlananlardır.

_Gerek ilk iki rivayetin anlattığı Haccdaki ticaret çekingenliği ve gerekse üçüncü rivayetin içerdiği yine Hac dönemindeki ücret karşılığında hizmet verme çekingenliği, İslâm'ın vicdanlarda meydana getirdiği cahiliye döneminde geçerli olan herşey karşısında çekingenlik duyma hassasiyetinin ve bu konularda girişime geçmeden önce İslâm'ın görüşünü bekleme titizliğinin bir parçasıdır. Bizim bu cüz'ün başında Safa ile Merve tepelerini tavaf etmekten sözederken anlatmaya çalıştığımız tutum işte buydu.

_"Rabbinizin lütuf ve bağışını istemenizin, bunun peşinden koşmanızın hiçbir sakıncası yoktur."

Böylece müslümanın kafasına şu ilke yerleştirilmek istenmiştir. O, ticaret yaparken, ücretli bir iş gerçekleştirirken ya da başka bir yoldan geçimini sağlamaya çalışırken rızkını kendi çalışmasının sonucu olarak sağlamıyor, o sadece yüce Allah'ın lütuf ve bağışım arıyor, Allah da ona veriyor. Müslüman, bu gerçeği aklından hiç çıkarmamalıdır. Yani kendisi yüce Allah'ın lütuf ve bağışım arıyorken ve kazanırken, meslek edindiği geçim sağlama yolları peşinden koşarak rızkını elde ederken elde ettiği şey, aslında yüce Allah'ın lütfu ve bağışıdır. Geçimini sağlama peşinde koşan müslümanın kalbine bu bilinç yerleşince o, artık ibadet halindedir. Buna göre bu uğraşları Allah'a yönelme açısından Hacc ibadeti ile çelişmez. İslâm, müminin kalbinde bu duyguların kökleştiğinden emin olunca onu istediği gibi çalışmak ve faaliyette bulunmak üzere serbest bırakır. Çünkü böyle bir kulun bu bilinçten kaynaklanan her hareketi ibadettir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 312-314, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

20 Aralık 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 119


_Belki de bu kurban kesmenin ya da oruç tutmanın hikmeti, Umre ile Hacc görevi arasında kalbin yüce Allah'a bağlı olmasını devam ettirmektir, Umre ile Hacc görevi arasındaki ihramsız dönemin hacı adayını Haccın havasından, Haccın disiplinli atmosferinden ve bu farıza süresince kalbi sürekli etkisi altında bulunduran çekingenlik ortamından çıkarmamasıdır.

_"Allah'tan korkun ve bilin ki, O'nun azabı ağırdır."

Okuduğumuz Hacc hükümlerinin yerine getirilmelerini garantiye bağlayacak biricik faktör iste bu takvadır. Takva; Allah korkusu, Allah'ın azabından çekinme duygusudur. İhrama belirli bir çekingenlik duygusu eşlik eder. Fakat ham adaylarının bir süre ihramsız kalmaları serbest olduğunda bu süre içinde takva ve Allah korkusu bu çekingenlik duygusunu vicdanda canlı tutar, orada bekçiliğe devam eder.

_Bu belirli aylarda kim Haccı kendine farz kılarsa, yani kim ihrama girerek bu aylarda Haccı tamamlama yükümlülüğü altına girerse bilmelidir ki, ayetin dili ile söylersek Hacc sırasında "Rafas, fusuk ve cidal yoktur". Burada geçen "Rafas" kelimesi "ya rastgele veya kadınların yanında cinsel ilişkiden ve cinsel ilişkiyi çağrıştıracak açık-saçık konulardan sözetmek" demektir. "Cidal" kelimesi, "bir kimsenin arkadaşını öfkelendirecek şekilde onunla tartışması, münakaşa etmesi" demektir. "Fusuk" kelimesi ise "irili-ufaklı kötülükler" anlamına gelir.

Bu yasaklar, insanı sonuç olarak bu dönemindeki çekingenlik ve sırf Allah ile başbaşa olma halı ile çelişen herşeyden kaçınmaya, toprak ve dünya kaynaklı güdülerin üzerine çıkmaya, herşeyi bir yana atarak sırf Allah'a bağlanma yolundaki rubî eğitime ve Allah'ın evine doğru yola çıkan kimsenin dikişli elbiseye varıncaya kadar herşeyden arınması anlayışına uygun edep halini gerekli biçimde takınmasına götürür.

_"Ne iyilik işlerseniz Allah onu bilir."

Bir müminin, yaptığı iyiliğin yüce Allah tarafından bilindiğini, o sırada yüce gözetim altında olduğunu hatırlaması iyilik işlemesi için yeterli bir teşvik, itici bir faktördür. Demek ki, yüce Allah onun yaptığı iyiliği görüyor ve biliyor. Sırf bu faktör, iyiliğin normal ödülünden önde gelen başlı başına bir ödüldür.

Ayette daha sonra hacı adayları Hacc yolculuğu için azıkla donanmaya, yanlarında hem beden ve hem de ruh azığı bulundurmaya çağrılıyorlar.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 311-312, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

19 Aralık 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 118

_"Allah için Haccı ve Umreyi tamamlayın"

Bazı tefsir alimleri bu emrin, Haccın farz oluşunu bildiren bir emir olduğunu söylerken diğer bazıları ise başlanmış bir Hacc görevini tamamlamakla ilgili olduğunu ileri sürerler. Bu ikinci yorum bizce daha yerindedir. Çünkü bütün alimlerce kabul ediliyor ki Umre ibadetinin farz olmadığı halde burada tıpkı Hacc ibadeti gibi bitirilmesi emrediliyor. Bu da gösterir ki, burada emrin amacı "tamamlama" eylemidir, yoksa farz oluşu ilân etmek değildir. Ayrıca bu emirden anlaşılıyor ki, Umre ibadeti, başlangıçta farz olmamakla birlikte, bir defa Telbiye getirilerek bu ibadete başlanınca artık tamamlanması farz haline gelir.

_"Eğer yoldan alıkonulursanız kolayınıza gelen kurbanı kesin"

_Mikat; Hacc ya da Umre ibadeti yapmak isteyen kimsenin Hacc ve Umre için ya da her ikisini birlikte yerine getirmek amacı ile Tehlil getirdiği, dikişli elbise giymeye son verdiği yerdir. Bu noktadan itibaren hacı adayının başını traş etmesi, saçlarını kısaltması, tırnaklarını kesmesi, kara hayvanı avlaması ve bu av hayvanlarının etinden yemesi yasaktır.

İşte Hicri altıncı yılda Mekkeli müşrikler Hudeybiye'de Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ile beraberindeki müslümanların yolunu kestikleri ve kendisi ile ancak bir sonraki yıl Umre yapmasına imkân veren Hudeybiye antlaşmasını imzaladıklarında bu olay fiilen yaşanmıştı. Hatta elimizdeki bazı bilgilere göre Peygamberimiz, müşrikler tarafından yolu kesilince yanındaki müslümanlara ulaşabildikleri bu son noktada kurbanlarını keserek ihramdan çıkmalarını ve daha sonra ne yapacakları hususunda emir beklemelerini buyurdu. Fakat kurbanlık hayvanları normal kesim yerlerine varmadan önce ihramdan çıkmak müslümanların ağırına gitmiş, onları tereddüde düşürmüştü. Bunun üzerine Peygamberimiz arkadaşlarının gözleri önünde kurbanını keserek ihramdan çıktı. Arkasından da müslümanlar aynı şeyi yaptılar. İşte bunun üzerine yukardaki ayet indi. (Daha ayrıntılı bilgi için onbeş ve onaltıncı cüzlerde yeralan Feth Suresinin tefsirine başvurulabilir.)

_Hudeybiye yılında olduğu gibi düşman tarafından ya da hastalık aracılığı ile "yoldan alıkonulma" durumunda önerilen bu telâfi etme yolunun hikmeti; kolaylıktır. Zira Haccın rükünlerinin birinci derecedeki amacı takva duygularını coşturmak, yüce Allah'a yaklaşmak ve farz kılınan ibadetleri yerine getirmeye çalışmaktır. Eğer bu amaç gerçekleşir de arkasından ya düşman ya hastalık veya bunlara benzer bir başka engel hacı adayının yoluna dikilirse bu kimse Hacc ya da Umre sevabından mahrum kalmaz. Tersine Hacc ya da Umre ibadetini tamamlamış sayılarak yanında bulunan kurbanlık hayvanı kesmekle ihramdan çıkar. Bu kolaylık İslâm'ın özü ile, Haccdaki hareketlerin amacı ve genel anlamda ibadetin fonksiyonu ile uyumlu bir hükümdür.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 308-309, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

18 Aralık 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 117


_Nitekim elimizdeki bazı bilgilere göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) Tebuk Seferi dönüşünde Hacca gitmeyi düşündü. Fakat Hacc mevsiminde geleneksel olarak müşriklerin Kâbe'yi ziyaret ettiklerini ve bir kısmının bu ziyareti çıplak olarak yaptığını hatırlayarak onların arasına karışmak istemedi. Bir süre sonra Berae suresi inince Peygamberimiz, bu surenin baş tarafındaki ayetleri halka duyurmak, bu ayetler gereğince müşrikler ile artık antlaşma yapılmayacağını açıklamak ve Kurban bayramı gününü ilan etmek üzere Hz. Ali'yi Hacca gönderdi. Hz. Ali tarafından Mina'da toplanan kalabalık önünde okunan bildiri şu noktaları içeriyordu; "Kâfirler, kesinlikle Cennet'e giremez. Bu yıldan sonra müşrikler Hacca gelemez ve Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edemezler. Peygamberimiz ile daha önce antlaşma yapmış olanların antlaşmaları, süreleri sona erene kadar geçerlidir, fakat bir daha yenilenmeyeceklerdir."

_Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan şey; sadece içinizdeki Allah saygısıdır, takvadır. Böylece onları sizin buyruğunuza sundu ki, sizi doğru yola ilettiği için O'nun yüceliğini dile getiresiniz. Ey Muhammed, iyilik işleyenleri müjdele" (Hacc Suresi, 36-37)

_"Allah için Haccı ve Umreyi tam olarak yerine getirin. Eğer yoldan alıkonulursanız, kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Fakat içinizden kim hasta ya da başından rahatsız olur da bu yüzden daha önce traş olursa fidye olarak ya oruç tutmak ya sadaka vermek veya kurban kesmek zorundadır.

Eğer güven içinde iseniz, Hacc zamanına kadar Umreden yararlanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser. Kesecek kurban bulamayan kimse üç gün Haccda ve yedi gün de evinize döndüğünüz zaman olmak üzere toplam olarak on gün oruç tutar. Bu hüküm, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar için böyledir. Allah'tan korkun ve bilin ki, O'nun azabı ağırdır."

Bu ayetin yapısında dikkatimizi çeken ilk özellik hüküm koyarken gözetilen ifade titizliği, ayetin amaçladığı hükmü içerecek bağımsız fıkralara ayrılması, her hükmün sonunun bir sonraki hükme uygun çağrışımları ile bağlanması ve sonunda ayetteki bütün hükümlerin takvaya, Allah korkusuna raptedilmesidir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 306-307, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

17 Aralık 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 116

_Yüce Allah nasıl Kâbe'yi "güven ve barış yeri" yaptı ise haram ayları da "güven ve barış zamanı" yapmıştır. Bu aylarda canlara, dokunulmazlıklara ve mallara ilişilmez. Hiçbir canlıya kötü niyetle el sürülmez. Kim bu yere sığınmaktan kaçınır, müslümanları bu güvenlikten yoksun bırakmak isterse cezası, bu güvenlikten yoksun kalmaktır. Kim başkalarının dokunulmaz haklarını çiğnerse kendi dokunulmazlıklarının gözetilmesini beklememelidir. Yani dokunulmazlıklar karşılıklıdır.

_"Buna göre size saldırana, size saldırdığı kadar, siz de saldırın."(bakara 194 mealinden...)

_Allah yolunda mal harcamaktan kaçınmak hem insan nefsi hesabına cimrilik tehlikesi taşır ve hem de müslüman cemaati zayıf düşme ve kendini savunamama tehlikesi ile yüzyüze getirir. Özellikle İslâm gibi gönüllülük ilkesine dayanan bir düzen için bu tehlike daha somut bir nitelik taşır.

_"İhsan (iyilik)" mertebesi, İslâm'da en yüksek mertebeyi oluşturur. Peygamberimizin bir hadisine göre "ihsan"ın anlamı "Allah'a, O'nu görüyormuşsun gibi, kulluk etmendir. Zira eğer sen O'nu görmüyorsan da O, seni görüyor" (Buhari, Müslim) şeklindedir.

_İnsan nefsi bu düzeye erişince bütün ibadetleri yerine getirir, bütün günahlardan sakınır; küçük-büyük, gizli-aşikâr her işte yüce Allah'ın rızasını gözetir. Savaşa ve savaş masraflarına katılmayı emreden ayetler bu şekilde, yani insan nefsini imanın en yüce aşaması olan "ihsan (iyilik)" derecesiyle yüzyüze getirerek noktalanıyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 301-303, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

16 Aralık 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 115


_İslâm'da savaşın amacı, insanların dinleri yüzünden baskı görmelerini önlemek, kaba kuvvetle ya da bu anlama gelebilecek sosyal şartlarla olup-bittiler meydana getirerek müslümanların dinlerinden vazgeçirilmemelerini güvenceye almak, müslümanların başına ayartıcı, saptırıcı ve yozlaştırıcı faktörlerin musallat edilmesine engel olmaktır.

_"Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına saldırılmaz."

Bu ayetin nüzul sebebine bakılarak her ne kadar o dönemin Arap yarımadasında egemen olan, sultası altına aldığı insanları müslüman olmaktan alıkoyarak Allah'ın dininin yayılmasını engelleyen müşrik düzenin hedef alındığı sonucuna varılırsa da ayetin kapsamı evrenseldir, direktifi süreklidir. Başka bir deyimle cihad, Kıyamet gününe kadar devam edecektir. Herhangi bir vakit zalim bir güç insanları Allah'ın dininden alıkoyarsa, insanların yüce Allah'ın çağrısını dinlemelerini ve haklılığına kanaat getirince bu çağrıyı kabul etmelerini engellerse, müslüman cemaat her an için bu zalim gücü ortadan kaldırarak insanları bunun baskısından kurtarmakla ve böylece özgür bir ortamda çağrıyı dinleyip gönüllü tercihleri ile yüce Allah'ın yolunu benimseyebilmelerini sağlamakla yükümlüdür.

_Bu öyle bir yeniden doğuş ki, insanın değerini inancının değerine bağlıyor, insanın tüm hayatını terazinin bir kefesine ve inancını da öbür kefesine koyduktan sonra inanç kefesinin daha ağır bastığını belirliyor. Ayrıca bu prensip "insan"ın düşmanlarının kimler olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Bunlar maddî ya da manevî baskı uygulayarak bir mümini dininden ayırmaya kalkışanlar, müslümana müslüman olduğu için eziyet edenlerdir. Bunlar insanlığı, iyiliğin en büyük unsurundan yoksun bırakanlar, insanlıkla yüce Allah'ın sistemi arasına girenlerdir. İşte müslüman cemaat, bunlara karşı kesintisiz biçimde savaşmakla; "Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar" bunları öldürmekle yükümlüdür.

_Kim dini yüzünden maddî-manevi baskıya, inancı sebebiyle eziyete uğrarsa, uğradığı baskının ve eziyetin biçimi ve türü ne olursa olsun, dinin ve inancının düşmanları ile savaşıp onları öldürmesi ve bunun sonucu olarak insanın yeniden doğuşu sayılan bu büyük İslâmi prensibi gerçekleştirmesi üzerine farzdır.(bu ifade, bu haliyle biraz sorunlu gibi gözüküyor, devamında da bir açıklama gelmediği için, bu ifadeyi eksik buluyoruz; onun için baskı türü ne olursa olsun, öldürmek farzdır diye bir açıklama, belki de biraz aceleci ve düşünmeden yapılan bir açıklama olabilir, şartlara göre daha farklı yöntemler kullanılabilir bizce, burada seyyid kutub’a katılmıyoruz…_s.z.)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 299-301, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

15 Aralık 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 114

_Müslümanlar sayılarının çokluğu ile zafer kazanmadıklarını biliyorlardı. Çünkü sayıları azdı. Ayrıca silâh ve teçhizat üstünlükleri sayesinde de zafer kazanmıyorlardı. Çünkü onların silâh ve teçhizatları düşmanlarınkinden azdı. Onlar sadece imanları, Allah'a bağlılıkları ve Allah'ın kendilerine yönelik yardımı sayesinde zafere ulaşıyorlardı. Buna göre yüce Allah'ın ve Peygamberimizin direktiflerine aykırı hareket etmiş olsalardı, bel bağladıkları biricik zafer sebeplerinden kendi elleriyle yoksun kalmış olurlardı. Bundan dolayı sözünü ettiğimiz savaş kurallarına, kendilerini baskı altında inletmiş ve bazı arkadaşlarını en tüyler ürpertici işkenceler ile öldürmüş olan düşmanları karşısında bile uyuyorlardı. Nitekim Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) öfkeye kapılınca Kureyşli iki müşrik olan "falanca ile filânca"nın ateşte yakılarak öldürülmesini emrediyor, fakat hemen arkasından sözkonusu kimselerin yakılarak öldürülmesi emrini geri alıyor. Çünkü ateşte yakarak cezalandırmak sadece yüce Allah'a mahsustur.

_Baskı ya da ayartma yolu ile müslümanı dininden uzaklaştırmaya kalkışmak, insan hayatının en kutsal değerine karşı saldırıya geçmek demektir. Bundan dolayı bu saldırı, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur; insanı öldürmekten, canını almaktan ve hayatını yok etmekten daha ağır bir cürümdür. Sözkonusu fitne ister tehdit, yıldırma ve fiili işkence yolu ile olsun; ister insanları saptıracak, yozlaştıracak, yüce Allah'ın sisteminden uzaklaştıracak, soğutacak, Allah'ın sistemine yan çizmeyi kendilerine sempatik saydıracak toplumsal ve politik şartlar oluşturma yoluyla olsun farketmez.

_İslâm'ın inanç özgürlüğü ile ilgili bu görüşü ve insan hayatında bu özgürlüğe vermiş olduğu son derece büyük değer İslâm'ın karakteri ve insanın varoluş amacına ilişkin bakış açısı ile bağdaşan, bütünleşen bir görüştür. Zira insanın varoluş amacı, ibadettir. Bu kavram, Allah'a yönelik her iyi ve yararlı faaliyeti içine alır. İnsanın en değerli, en üstün varlığı inanç özgürlüğüdür. Buna göre kim onun elinden bu üstün varlığı almaya kalkışır, doğrudan doğruya ya da dolaylı biçimde onu dininden koparmaya girişirse, canlı bir varlığı öldürenden daha ağır cürüm işlemiş olur. Bundan dolayı mümin, bu inanç özgürlüğünü, onun düşmanını öldürerek savunur. Böyle olduğu için ayetin bu cümleciğinde "onlarla savaşın" denilmiyor, "onları öldürün, onları bulduğunuz yerde öldürün" deniliyor. "Ne durumda olurlarsa olsunlar ve elinizdeki öldürme aracı ne olursa olsun onları öldürün" demektir bu. Tabii ki, bu durumlarda da işkence ederek ve ateşte yakarak öldürmeyi yasaklayan İslâmi savaş kurallarına uyulacaktır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 297-299, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

14 Aralık 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 113


_(tefsirde bu kısımda geçen hadisleri aktarıyorum, kaynaklarıyla ilgili bir araştırma yapma imkanımız henüz olmadığı için, hadislerin dikkatli okunmasını rica ederiz, sahihliği tartışılabilecek hadisler barındırabilir içerisinde, bilemiyoruz…_s.z.)

_Abdullah b. Ömer diyor ki:

"Peygamberimizin katıldığı savaşların biri sırasında öldürülmüş bir kadın cesedi bulunmuştu. Bunu gören Peygamberimiz, savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İmam-ı Malik)

Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

"Herhangi biriniz savaşırken yüzü hedef almaktan sakınsın." (Buhari, Müslim)

Yine sahabilerden Hz. Ebu Hureyre şöyle diyor:

"Bir defasında Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bizi bir göreve gönderirken -iki Kureyşli müşriği kasdederek- `Eğer falanca ile filâncayı bulursanız onları yakın' buyurdu. Fakat biz yola çıkmak üzereyken şöyle buyurdu:

`Az önce size falanca ile filâncayı yakmanızı emretmiştim. Oysa ateş, sırf Allah'a mahsus bir azap aracıdır. Bu yüzden eğer onları bulursanız silâhla öldürün." (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi)

Sahabilerden Abdullah b. Mesud'un bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

"Adam öldürmekten en çok sakınan insanlar, müminlerdir." (Ebu Davud)

Sahabilerden Abdullah b. Yezid el-Ensari diyor ki:

"Peygamberimiz savaşta yağmacılığı ve işkence ederek adam öldürmeyi yasakladı." (Buhari)

Öteyandan İbn-i Ya'lâ diyor ki:

"Halid b. Velid'in oğlu Abdurrahman ile birlikte bir savaşa katılmıştık. Bir ara önüne dört azılı düşman askeri getirdiler. Verdiği emir üzerine bunlar okun kör tarafı ile işkence edilerek öldürüldü. Bir süre sonra bunu haber alan Hz. Ebu Eyyüb el-Ensarî şöyle dedi."

`Ben Peygamberimizin savaşta kılıç sırtı ile adam öldürmeyi yasakladığını kulaklarımla işitmiştim.(Metinde kullanılan deyim "Katl-üs Sabr (yani kılıç sırtı ile öldürmek)tir. Bu tür öldürme insana oldukça uzun bir can çekişme dönemi yaşattığı için bir tür işkencedir. Metinde Halid b. Velid'in oğlu Abdurrahman'ın bu olay üzerine dört köle azad ettiği bildiriliyor. Bu köleler keffaret maksadı ile azad edilmiştir.) Nefsimi kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, önüme bir tavuk bile gelse onu bıçağın sırtı ile (işkence çektirerek) öldürmezdim '

Bu sözler Abdurrahman'ın kulağına gidince (kefaret olarak) dört köle azad etti. (Ebu Davud)

Haris b. Müslim b. Haris'in bildirdiğine göre bir sahabi olan babası şöyle diyor:

"Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir defasında bizi bir müfreze içinde savaşa göndermişti. Saldırı düzenleyeceğimiz yere varınca atımı koşturarak arkadaşlarımı geride bıraktım. Üzerine yürüdüğüm yörenin halkı beni çığlıklarla karşıladı. Bunun üzerine onlara `Lailâheillallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" deyin de canınızı kurtarın' dedim. Onlar da bunu söylediler. Bunun üzerine arkadaşlarım beni kınayarak `Bizi alacağımız ganimetten mahrum ettin' dediler.

Peygamberimizin yanına dönünce yaptığımı O'na anlattılar. Bunun üzerine Peygamberimiz beni yanına çağırarak yaptığımı beğendiğini belirtti. Arkasından bana `Allah o insanların her biri karşılığında sana şu kadar sevap yazdı' buyurdu (Ebu Davud)

Öteyandan Hz. Bureyde şöyle buyuruyor:

"Peygamberimiz, bir ordu ya da bir gerillâ müfrezesinin başına bir komutan atadığı zaman yakın arkadaşlarının yanında ona takvalı olmayı ve birlikte savaşacağı müslümanlara iyi davranmasını tavsiye eder, sonra kendisine şu direktifi verirdi:

`Allah adına, Allah yolunda savaşın. Allah'ı inkâr edenleri öldürün. Savaşın, fakat gaddar olmayın, işkence ile adam öldürmeyin, küçük çocukları öldürmeyin` (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)"

Bu arada İmam-ı Malik'in bildirdiğine göre Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) askerlerine verdiği talimatlarının bir yerinde şöyle demişti:

"Savaş sırasında kendilerini Allah'a adadıklarını sanan birtakım insanlarla karşılaşacaksınız. Onları uğruna kendilerini adadıkları meşguliyetle başbaşa bırakın. Sakın kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürmeyin." (İmam-ı Malik)

İşte İslâm'ın verdiği savaşlar, işte bu savaşlarda gözettiği kurallar ve işte bu savaşlarda ulaşmak istediği hedefler. Bunların tümü yukardaki okuduğumuz ilâhi direktiften türemiştir. Bu direktifi bir daha okuyalım:

"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın. Fakat sakın ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın; çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez."

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 296-297, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

13 Aralık 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 112

_Cihad, inanç içindir, bu inancı kuşatma altına girmekten, ablukaya düşmekten korumak, baskıya uğramaktan korumak içindir. Bu inancın sistemini ve pratik hayatı düzenleyen şeriatını savunmak içindir. Bu inancın sancağını, ona karşı saldırı düzenlemeyi düşünenleri saldırıya geçmeden önce caydıracak, onun altına sığınmak isteyenleri hiçbir engelleyici, önleyici ve baskıcı yabancı güçten çekinmeksizin himayesine koşacak biçimde yeryüzünde dalgalandırmak içindir.

İşte İslâm'ın emrettiği, onayladığı, ödüllendirdiği, uğrunda öldürülenleri şehit saydığı ve külfetini omuzlayanlarını dost saydığı yegâne cihad budur.

_Bu ayetler, kendilerine karşı savaş açmış olan ve açtıkları savaşı sürdüren bu müşrikler ile savaşmayı, her zaman ve her yerde kendilerine savaş açanlara savaşla karşılık vermeyi, fakat hiçbir zaman saldırgan taraf olmamayı emrederek söze giriyor:

"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın; çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez."

_"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın."

Savaş "Allah için" olacak; yoksa insanlığın uzun savaş tarihi boyunca tanımış olduğu başka bir hedef uğrunda yapılmayacaktır. Savaş "Allah için" olacak; yoksa ne ganimet ve maddî kazanç elde etme uğruna ne pazar ve hammadde ele geçirme uğruna ne sosyal bir sınıfı diğer bir sosyal sınıfın ya da bir milleti diğer bir milletin boyunduruğu altına sokma uğruna yapılmayacaktır. Bu savaş, İslâm'ın uğrunda cihadı yasallaştırdığı belirli amaçları gerçekleştirmek için verilecektir. Bu savaş, yeryüzünde yüce Allah'ın söz üstünlüğünü (ilâh-i kelimetullah'ı) sağlamak, O'nun sistemini hayata geçirmek, müslümanların dinleri yüzünden baskı altına alınmalarını ya da sapıklığa ve yozlaşmaya sürüklenmelerini önlemek için verilmelidir. Bunun dışında kalan savaşlar, İslâm'ın hükmüne göre gayrimeşru, şeriatle çelişen savaşlardır. Bu tür savaşlara girenler yüce Allah katında hiçbir sevap, hiçbir derece kazanamazlar.

_"Fakat ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın; çünkü Allah, ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez."

Saldırganlık; bilfiil savaşa katılmayan ve ne İslâm davetine ve ne de İslâm cemaatine karşı tehlike oluşturmayan kadın, çocuk, yaşlı ve her milletten, her dinden kendini ibadete adamış kimseler gibi zararsız ve güvenli insanların askerler tarafından hedef alınması biçiminde görüleceği gibi İslâm tarafından yasallaştırılmış savaş kurallarını çiğnemek şeklinde de olabilir. Oysa İslâm, gerek eski ve gerekse çağdaş cahiliye savaşlarının ortaya koyduğu tüyler ürpertici cinayetleri en aza indirmek, hatta bunlara son verebilmek için sözkonusu savaş kurallarını yasallaştırmıştır. O tüyler ürpertici cinayetler ki, İslâmi duyarlılık onlardan nefret etmekte, İslâmi takva onlardan tiksinmektedir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 294-295, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

12 Aralık 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 111


_O zaman müslümanlar zayıf bir azınlık olarak Mekke'de kuşatma altında yaşıyorlardı. Eğer belli bir askeri karargâhın komutası altında toplu olarak müşriklerle savaşa girselerdi, toplu kıyıma uğrayabilirlerdi. Bu yüzden yüce Allah onların çoğalmalarını ve güvenli bir üsse yerleşmelerini sağladı ve kendilerine savaşma iznini bundan sonra verdi.

_Bilindiği gibi bu inanç sistemi, ilk insandan günümüze kadar uzayan İslâm zincirinin son halkasını oluşturur. Bu inanç sistemi, kendisinden sonraki insan hayatının temeli, bütün insanlık için geçerli olacak ortak yaşam tarzı olmak üzere geldi. İslâm ümmeti, bu hayat metodu uyarınca Allah yolunda tüm insanlığın önderliğini üstlenmekle yükümlüdür. Bu hayat metodu, gerek varlık aleminin ve gerekse insan varoluşunun amacını içeren yaygın ve eksiksiz düşünce sisteminden kaynaklanmıştır. Bu amacı, yüce Allah tarafından indirilen Kur'an-ı Kerim bize açıklıyor. Bu ümmet, insanlığı, bütün cahiliye sistemlerinde eşi olmayan bir hayra doğru yöneltecek ancak bu sistemin ışığı altında ulaşabileceği bir düzeye yükseltecek, onu başka eşi olmayan böyle bir nimete erdirecektir. İnsanlık bu nimetten yoksun kalınca bütün başarı ve kurtuluş umudunu kaybeder. Bu nimet kaynağına karşı saldırı düzenleyen saldırganın eline bu hayır kaynağından yoksun kalmaktan, yüce Allah'ın bu hayır kaynağı için dilediği yükselme, temizlik, mutluluk ve kemal ile insanların arasına girmekten mahrum kalma dışında birşey geçmez.

_Bu üç hakka (çağrıya muhatap olma, çağrıyı serbestçe benimseme ve çağrıyı benimseyecek olanlara engel olmama haklarına) bağlı olarak müslüman cemaatin omuzlarına başka bir görev biner. Bu görev; bu çağrının yoluna dikilerek onun serbestçe insanlara ulaştırılmasına engel olan ya da bu inancı benimseme özgürlüğünü tehdit ederek insanlara bu dini seçtiler diye baskı yapan her gücü ortadan kaldırmak, böylece hiçbir yeryüzü kuvvetinin, müminleri baskı altına almaması uğrunda sürekli mücadele vererek Allah'ın dinini kesinlikle egemen kılma görevidir. Bu görev insanları zorla iman ettirme anlamına gelmez. Onun anlamı; Allah'ın dinini yeryüzünde üstün bir güç haline getirmektir. Öyle ki, bu dine girmek isteyen hiç kimse ona girmekten korkmamalı, bu dinin çağrısını duyurmak isteyen hiç kimse bu misyonunu yerine getirirken hiçbir beşeri iktidardan çekinmemeli, bu çağrıyı benimseyecek veya bu dine bağlılığını sürdürecek hiç kimsenin, herhangi bir güç odağından korkusu olmamalı; isteyenleri Allah'ın nurundan, hidayetinden alıkoyarak Allah'ın yolundan saptıran hiçbir sosyal düzen, hiçbir fiili durum yeryüzünde egemen olmamalı, bu olumsuzlukların hiçbir aracı ve hiçbir metodu etkili olmamalıdır.

İşte İslâm'da cihad bu genel ilkelerin sınırları içinde vardır, sırf bu yüce amaçlara dönüktür, başka bir hedefle ya da başka bir sloganla, yafta ile karıştırılamaz.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 293-294, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

11 Aralık 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 110

_190- Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın. Çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez.

191- Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi çıkardıkları, sürdükleri yerden siz de onları çıkarın. Kargaşa çıkarmak, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur. Mescid-i Haram çevresinde onlarla savaşmayın ki, onlar da orada size karşı savaşmasınlar. Fakat eğer onlar size savaş açarlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.

192- Eğer onlar savaşmaya ve kâfirliğe son verirlerse Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

193- Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına asla saldırılmaz.

194- Haram ay, haram aya karşılıktır. Yasaklar, dokunulmazlıklar karşılıklıdır. Buna göre size saldırana, size saldırdığı kadar, siz de saldırın. Allah'tan korkun ve iyi bilin ki, Allah kendisinden korkanlarla beraberdir. 195- (Mallarınızın bir bölümünü) Allah yolunda harcayın. Sakın kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever.(bakara 190-194 mealleri…)

_(islam’da savaş başlığı altında verilen kısmı aynen aktarıyoruz…)

Bize ulaşan bu rivayetlerin bildirdiklerine göre bu ayetler savaş hakkında inen ilk ayetlerdir. Daha önce kâfirlerin saldırısına uğrayan müminlere, zulme uğradıkları gerekçesiyle savaşma izni veren ayet inmişti. O zaman müslümanlar bu iznin, cihadın üzerlerine farz kılınmasına zihinleri hazırlamayı amaçlayan ve Hacc suresinin aşağıdaki ayetlerindeki ilâhi vaad uyarınca müslümanların yeryüzünde egemen olmalarını sağlama gayesi güden bir başlangıç olduğunu hissetmişlerdi:

"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Hiç kuşkusuz Allah onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar sırf "Rabbimiz Allah'tır" dediler diye haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir bölümü aracılığıyla savmasaydı nice manastır, kilise, havra ve içlerinde Allah'ın adı çokça anılan cami yıkılıp giderdi. Kim Allah'a yardım ederse bilsin ki, Allah da mutlaka yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah kuvvetli ve üstün iradelidir.

Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah'a aittir." (Hac Suresi, 39-41)

Bundan dolayı müminler, kendilerine zulme uğramaları durumunda niçin savaşma izni verildiğini biliyorlardı. Onlara uğradıkları zulmün intikamını alma işareti veriliyordu. Oysa Mekke'deyken bu zulme karşı koymaktan alıkonulmuşlardı. O zaman kendilerine şöyle buyurulmuştu:

"Kendilerine "Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın zekâtı verin" denilenleri görmedin mi?" (Nisa Suresi, 77)

Müslümanlar Mekke'de Allah'ın (c.c) takdir ettiği hikmete bağlı olarak savaşmaktan alıkonulmuşlardı. Biz bu hikmetin aslında hesapsız ve sayısız sebeplerinin bazılarını sınırlı insani ölçülerimizle kavrayabiliyoruz.

Bu alıkoymanın bizim görebildiğimiz ilk sebebi, müslümanları sabırlı olmaya, emir dinlemeye, başa bağlılığa ve izin çıkmasını beklemeye alıştırma amacı idi. Çünkü Araplar cahiliye dönemlerinde çok heyecanlı ve duygusal insanlardı. İlk savaş çağrısına hemen karşılık verirler, haksızlığa karşı hiç sabretmezlerdi. Oysa şimdi omuzlarına büyük bir görev yüklenecek olan bir ümmet oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu büyük görev sözkonusu psikolojik eğilimlerin denetim altına alınmasını; bu davranışların, ilerisi için plânlar hazırlayan ve önlemler alan, plânlarına ve önlemlerine uyulan bir liderlik mekanizmasına boyun eğmelerini; hatta bu plânlar ve önlemler, yaygaralı bir savaş çağrısı karşısında hemen parlamaya, ateşlenmeye ve heyecana kapılmaya alışkın olan sinir sisteminin eğilimlerine ters düşse bile disipline uymalarını gerektiriyordu.

Nitekim bu hazırlık eğitimi sayesinde Hz. Ömer gibi ateşli, Hz. Hamza b. Abdülmuttalib gibi delikanlı ve bu ikisi gibi daha nice sert mizaçlı ilk müminler, küçücük müslüman toplumun uğramış olduğu zulümler karşısında sabredebilmişler, sinirlerine hakim olarak Peygamberimizden (salât ve selâm üzerine olsun) emir beklemeyi içlerine sindirebilmişler ve kendilerine "Ellerinizi savaştan çekiniz, namazı kılınız, oruç tutunuz" direktifini veren yüce komutanlığın emrine uyabilmişlerdi. Böylece büyük bir misyonu üstlenmeye hazırlanan bu insanların vicdanlarında çabuk parlama ile soğukkanlılık, ateşli atılganlık ile tedbirlilik, gözü karalık ile itaatkârlık eğilimleri arasında denge kurulmuş oluyordu.

Mekke döneminde müslümanların savaştan alıkonulmalarına bizim gözlemlerimize göre gerekçe olan ikinci sebep de şudur: Arap toplumu onurlu ve gururuna düşkün bir toplum idi. Bundan dolayı aralarında uğradıkları baskılara kendilerine yapılanın iki misliyle karşılık verebilecek kimseler olduğu halde, müslümanların maruz kaldıkları eziyetlere karşı sabretmeleri, henüz müslüman olmamış olan Arapların kalplerindeki onur ve haysiyet duygusunu uyandırıcı, onları İslâm'a yaklaştırıcı bir faktör oluşturuyordu. Nitekim Kureyşliler tarafından Haşimioğulları'nın Ebu Talip kolu hakkında, Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) korumaktan vazgeçsinler diye boykot kararı alındığında bu faktör fiilen etkili oldu, Haşimoğulları'na uygulanan baskı ağırlaşınca Arapların vicdanlarındaki onur ve zayıftan yana olma duygusu uyanıverdi. Bunun üzerine boykot kararını öngören antlaşma belgesi yırtıldı ve sözünü ettiğimiz duygunun etkisiyle Ebu Talip ile çevresine yönelik boykot eylemi sona erdi. Zaten İslâm cemaatinin lider kadrosu uğranılan zulümlere karşı koymaktan kaçınma plânı ile bu sonucu gözetiyordu. Bunun böyle olduğunu İslâm tarihinin o dönemdeki olaylar zincirini hareketli bir sosyal akım olarak incelediğimiz zaman anlayabiliriz.

Mekke döneminde müslümanları savaştan sakındırmanın bir başka gerekçesi de şudur: İslâm, her evi birer kanlı savaş alanına çevirmek istemiyordu. Çünkü o günkü müslümanların herbiri Mekkeli müşrik ailelerin birer üyesiydi. Müslüman olan çocuklarına eziyet edenler, onları dinlerinden döndürmeye çalışanlar da içinde müslüman fertler bulunan müşrik ailelerdi. Henüz ortada bu eziyetleri genel plânda koordine edecek ortak bir otorite yoktu. Buna göre eğer o gün müslümanlara kendilerini savunma izni verilmiş olsàydı, bu iznin anlamı her evin bir savaş alanına dönüşmesi, her ailede kan dökülmesi demek olurdu. Bu da o günkü Arap toplumunun, İslâm'ı aileleri parçalayan ve onları içinden kundaklayan bir çağrı olarak algılamalarına yolaçardı. Hicretten sonrasına gelince müslüman cemaat bu dönemde Mekke'de kendisine karşı ordu hazırlayıp saldırı düzenleyen başka bir otorite ile karşı karşıya gelmiş bağımsız bir güç birimine dönüşmüştü. Bu da Mekke'de geçerli olan her müslümanın ailesi içindeki bireysel konumundan farklı bir konumdu.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 290-293, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

10 Aralık 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 109


_(bakara 189 tefsirinden…)"Ensar (Medineli) müslümanları Hacc ibadetini yerine getirip döndüklerinde evlerine kapılarından girmezlerdi. Fakat günlerden birgün onlardan biri Hacc dönüşünde evine kapısından girdi. Ama bu hareketi yüzünden sanki kınamaya uğramış gibi oldu. Bunun üzerine `Evlere arka taraflarından girmeniz iyiliğe uygun bir davranış değildir. İyiliğe uygun davranış, kötülükten sakınarak evlere kapılarından girenlerin davranışıdır. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa, umduğunuza eresiniz' ayeti indi."

Öteyandan Ebu Davud'un Şabe'ye, onun da İshak'a dayanarak bildirdiğine göre Berae b. Azib'in bu açıklaması şöyledir:

"Ensar müslümanları herhangi bir yolculuktan döndüklerinde erkekler eve kapı tarafından girmezlerdi. Bunun üzerine bu ayet indi."

İster bu uygulama, Ensar müslümanlarının genel olarak her yolculukla ilgili bir adetleri olsun, isterse ayetin akışına daha uygun düşen sırf Hacc dönüşü ile ilgili bir gelenekleri olsun, onlar bu davranışın iyilik -yani hayır ya da iman gereği olduğuna inanıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti bu asılsız düşünceyi, hiçbir temele dayanmayan ve hiçbir yarar sağlamayan bu gereksiz, zoraki davranışı ortadan kaldırmak için geldi. Bunun yanısıra iyilik (birr) ile ilgili imana dayalı düşünce tarzını düzeltmeyi de ihmal etmedi. Buna göre iyilik; takva demekti; Allah'ın (c.c) varlığının bilincinde olmak, gizli-açık her harekette O'nun gözetimini hissetmek demekti. Yoksa iyilik; imanın özünden herhangi bir işaret taşımayan ve herhangi bir cahiliye adeti olmak dışında bir anlamı olmayan, basit bir şekilcilik değildi.

_kalpler, köklü bir iman göstergesi olan takvaya bu takva da mutlak anlamlı dünya ve Ahiret kurtuluşu ümidine bağlanıyor; iman birikiminden yoksun bir cahiliye adeti ortadan kaldırılıyor; Hacc zamanı ve insanlar için zaman ölçüsü birimi kılınan hilaller ile ilgili ilahi nimeti kavramaları için müslümanların dikkatleri çekiliyor. Bütün bunlar tek ve kısa bir ayetin içine sığdırılmış oluyor.

_alıntılar: 1. cilt, sayfa 289, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

9 Aralık 2007 Pazar

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 108

_"Kur'an'ın gerçek olduğu onlar tarafından anlaşılıncaya kadar varlığımızın belgelerini, ayetlerimizi onlara hem dış dünyada ve hem de kendi iç alemlerinde göstereceğiz." (Fussilet Suresi, 53)

Pozitif bilimlerin keşfettiği gerek dış dünya ve gerekse insanın kendisi ile ilgili ilâhi gerçekler hakkında sürekli olarak kafa yormamız, pozitif bilimin buluşları aracılığı ile Kur'an-ı Kerim'in anlattıkları konusundaki ufkumuzun sınırlarını genişletmemiz, bu ayetteki işaretin bir gereğidir.

Fakat Kur'an ayetlerinin nihaî ve mutlak gerçeklerini, pozitif bilimlerin nihaî ve kesin olmayan bulgularına bağlamadan bu işi nasıl yapacağız? Burada bir örnek vermek yararlı olur.

Meselâ Kur'an-ı Kerim şöyle diyor:

"O ki, her şeyi yarattı ve belirli bir ölçüye göre düzenledi" (Furkan Suresi, 2)

Bu ayeti okuduktan sonra bir de pozitif bilimin bulgularına bakınca şu evrene birtakım hassas dengelerin ve hemen dikkatimizi çeken bir uyumun egemen olduğunu görüyoruz. Meselâ içinde yaşadığımız yerküreyi gözönüne aldığımızda; kendi iç yapısı, güneş ve ay ile arasındaki mesafe, yine bu ikisine nazaran büyüklüğü, kendi ekseniyle ekvator çizgisi arasındaki eğimi ve nihayet dış yüzeyinin oluşum biçimi ile ve daha binlerce özelliği sayesinde yerküremiz, hayat olayının doğuşuna ve uyumlu sürekliliğine elverişli olmaktadır. Bu özelliklerden hiçbiri, değişmeye elverişli geçici bir kural ya da amaçsız bir tesadüf değildir. İşte bu düşünceler az önce okuduğumuz "O ki, her şeyi yarattı ve belirli bir ölçüye göre düzenledi" ayetinin anlamını daha geniş biçimde anlamamıza, bu anlamın zihnimizde daha derin bir biçimde yer etmesine yararlı olurlar. Buna göre, Kur'an ayetlerinin anlamını genişletip derinleştirmeye yarayan bu tür düşünceleri irdelemenin hiçbir sakıncası yoktur.

Bu irdeleme ve pozitif bilimlerden yararlanma biçimi hem caizdir, hem de aranan bir şeydir. Fakat bu konuda ne caiz ve ne de bilimsel bakımdan doğru olmayan tutumu, şu örneklerle göstermeye çalışalım:

Kur'an-ı Kerim "İnsanın süzme çamurdan yaratıldığım" söylüyor (Mü'minun Suresi, 112) Buna karşın bir de A.R. Wallace ile C. Darwin tarafından geliştirilen evrim teorisi ile karşılaşıyoruz. Bu teoriye göre hayat tek hücreden başlamış, bu hücre suda oluşmuş ve bu hücrenin gelişiminin en son aşamasında insan meydana gelmiş. Bu teoriyi okuduktan sonra Kur'an-ı Kerim'in yukardaki nassını elimize alıyor ve bu teorinin peşinden koşarak "Kur'an-ı Kerim de bunu demek istiyor" diyoruz.
Hayır, işte bu olmaz. Her şeyden önce bu teori nihaî değildir. Çünkü bir yüzyıldan daha kısa bir süre içinde neredeyse kökten değiştiğini söyletecek çapta büyük değişikliklere uğradı.

_Kur'an-ı Kerim, başka bir ayetinde de şöyle diyor:

"Kâfirler, gökler ile yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı?" (Enbiya Suresi, 30)

Bu ayeti okuduktan sonra, yerküremizin önceleri güneşin bir parçası iken sonradan ondan ayrıldığını ileri süren kozmik bir teori akla geliyor. Bunun üzerine yukardaki ayeti hemen kapıyor ve sözkonusu ilmi teorinin peşinden koşarak "işte Kur'an da bunu kasdediyor" diye bağırıyoruz.

Hayır, öyle değil. Kur'an-ı Kerim'in kasdettiği bu değildir! Bu okuduğumuz şey, nihaî olmayan, değişmeye açık bir teoridir. Yerkürenin meydana gelişi konusunda kanıtlanmışlık düzeyi bunun kadar olan birkaç teori daha vardır. Oysa Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği gerçek, nihaî, tek ve mutlaktır. Bu gerçek, sadece yerküremizin gökten ayrıldığını belirtmekle yetiniyor. Ama nasıl? Yerkürenin kendisinden kopmuş olduğu "gök" acaba nedir? Bu ayet bu meseleye değinmiyor. Bundan dolayı bu konudaki bilimsel teorilerden herhangi birine dayanarak "Bu açıklama, yukardaki ayetle uyumlu nihaî bir gerçektir" demek doğru değildir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 286-288, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

8 Aralık 2007 Cumartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 107


_Kur'an'ın genel işaretlerini, pozitif bilimlerin ortaya koyduğumuz her an değişebilecek ya da az önce belirttiğimiz gibi bilimsel ölçütlerine göre bile mutlak olmayan teorilerine, bağlamak isteyen her girişim, her şeyden önce bilimsel metod açısından temel bir hatadır. Ayrıca böyle bir girişim, hiçbiri Kur'an-ı Kerim'in kutsallığı ve saygınlığı ile bağdaşmayan üç değişik anlam taşır:

1- Bu düşünceyi benimseyen kişiler bilimsel verilerin gerçek doğrular olduğuna inandıkları için Kur'an'ın ona bağımlı olduğu sonucuna varırlar ki Kur'an'a inanan bu insanlar için yenilgiyi baştan kabullenmedir bu tavır. Bu psikolojik bozgunun etkisinde kalan bazı kimseler Kur'an-ı Kerim'i pozitif bilim aracılığı ile ispatlamaya, ona pozitif bilim kaynaklı kanıtlarla destek sağlamaya kalkışırlar. Oysa Kur'an-ı Kerim, konusunda eksiksiz ve gerçekleri kesin bir kitaptır. Pozitif bilim ise dün ispatladığını bugün bozuyor. Elde ettiği hiçbir bulgu ne nihaidir ve ne de mutlaktır. Çünkü bu bilimler insan aracılığı ile, insan aklı ve insan kaynaklı bilgi edinme araçları ile, sınırlı ve kayıtladırlar. Bunların hiçbiri tek, nihaî mutlak gerçeği sunacak nitelikte değildir.

2- Bu anlamların ve sakıncaların ikincisi, Kur'an'ın niteliğine ve fonksiyonuna ilişkin yanlış anlamadır. Bu niteliğe ve fonksiyona göre Kur'an'ın hedefi; şu varlık bütününün karakteri ve ilâhî kanunlar sistemi ile bağdaşacak yapıda bir insan yetiştirmektir. Yalnız bu çaba, insanın mutlak olmayan, göreceli karakterinin elverdiği oranda sonuca varabilir. Eğer varlık bütünü ile insan arasında böyle bir uyum sağlanabilirse, insan çevresindeki evrenle çatışmaz, bilakis onunla dost olur ve bu dostluk sayesinde onun bazı sırlarını öğrenir, yeryüzü halifeliği sırasında kendisine gerekli olan kanunlarından; gözlem, araştırma, deney ve uygulama yolları ile keşfedeceği bir kısım kanunlarından yararlanır. Bu yöntemleri kullanarak gerçekleştireceği bilimsel buluşlar sırasındaki kılavuzu, kendisine bağışlanan aklı olacaktır. Bu akıl, kendisine bilgi üretmek için verilmiştir, yoksa bilimin verilerini önceden hazırlanmış olarak teslim alsın diye verilmemiştir.

3- Bu anlamların diğer bir sakıncası da Kur'an-ı Kerim'in ayetleri karşısında takınılacak sürekli ve zorlamalı yorumlama çabası, böylece Kur'an-i Kerim'i değişken, istikrarsız, hergüne başka bir yenilikle giren, varsayımların ve teorilerin peşinden koşturma ve onlarla atbaşı gitmesini sağlamaya çalışma girişimidir.

Bu üç anlamın hiçbiri, daha önce belirttiğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim'in kutsallığı ve saygınlığı ile bağdaşmadığı gibi ayrıca birer bilimsel metod hatası içerirler. Fakat bu demek değildir ki, Kur'an'ı anlarken pozitif bilimlerin evren, hayat ve insan hakkında bulduğu teorilerden ve bilimsel gerçeklerden yararlanmayacağız. Asla! Yaptığımız açıklamalardan kasdettiğimiz şey bu değildir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 285-286, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

7 Aralık 2007 Cuma

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 106

_Belirli bir düşünce, belirli bir sosyal düzen, belirli bir toplum kurmayı amaçlayan Kur'an-ı Kerim, yeryüzünde insanlığın önderliği hususunda özel bir rol oynayacak olan yeni bir ümmet ortaya çıkarmak istiyordu. Bu ümmet, daha önceki toplumlar arasında eşi bulunmayan orjinal bir örnek oluşturacak, daha önce eşi görülmemiş, orjinal bir hayat yaşatacak, bu hayatın dünyada temel kurallarını yerleştirecek ve insanlığı bu hayat tarzı doğrultusunda yönetecekti.

Bu soruya "bilimsel" bir cevap verilmiş olsaydı soruyu soranlara astronomi alanında teorik bir bilgi sağlayabilirdi. Yalnız bu da o günün insanlarının bu daldaki bilgi birikimleri kıt olduğu için verilecek bilgiyi kavrayabilmelerine bağlı idi. Öteyandan o günkü insanların böyle bir bilgiyi kavrayabilecekleri çok şüpheliydi. Çünkü bu türden bir teorik bilgi uzun ön açıklamalar gerektirirdi ki, bunlar o çağın mantık düzeyine göre hayli karmaşık sayılırdı.

Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, insanlığın henüz algılamaya hazır olmadığı ve birinci derecedeki fonksiyonu bakımından fazla bir fayda sağlamayacak olan böyle bir cevap vermeyi uygun bulmadı. Zaten Kur'an, şartlar ne olursa olsun, hiçbir zaman bu tür bir cevabın alanı değildir. Çünkü Kur'an, bu tür ayrıntılı bilgilerden çok daha önemli bir görevi yerine getirmek için gelmiştir. Kur'an-ı Kerim ne bazı saf bağlılarının sayfaları arasında aramaya kalkıştıkları ve ne de onun pozitif bilimlere karşı olduğunu ileri süren bazı düşmanlarının, ayetleri arasında maksatlı iddialarını belgeleyecek bir ipucu yakalamaya uğraştıkları bir astronomi, bir kimya ya da bir tıp bilimi kitabı olsun diye gelmiş değildir.

_Kur'an'ın anlattığı gerçekler nihaî, kesin ve mutlak gerçeklerdir. Oysa insan tarafından gerçekleştirilen bilimsel araştırmaların bulguları, yararlandığı araştırma araçları ne olursa olsun, nihaî ve kesin olmayan gerçeklerdir. Bu gerçekler, araştırmacının yaptığı deneyler, bu deneylerin yapıldığı ortamın özel şartları ve deneylerde kullanılan araçların imkânları ile sınırlıdır. Buna göre, Kur'an-ı Kerim'in anlattığı nihaî gerçekleri, bu kesin olmayan bilimsel verilere bağlamak, sözünü ettiğimiz insan kaynaklı bilim metodunun kendisine göre, bir yöntem hatasıdır. Oysa insan bilgisinin bütün elde edebildiği bilgi birikimi Kur'ani hakikatlerin çok az bir kısmını oluşturmaktadır.

Bizim söylediğimiz, "bilimsel gerçekler" için sözkonusudur. Oysa "bilimsel" diye nitelenen teoriler ve varsayımlar sözkonusu olunca yukardaki hükmümüz daha yüksek oranlı bir geçerlilik kazanır. "Teoriler ve varsayımlar" derken evrenin oluşumu ile ilgili bütün kozmik teorileri, insanın ortaya çıkışı ve evrim aşamaları ile ilgili bütün teorileri, insan psikolojisini ve davranışlarını açıklamaya çalışan bütün teorileri, bunların yanısıra insan toplumlarının doğuşunu ve gelişim aşamalarını irdeleyen sosyolojik teorilerin tümünü bu kategori içinde değerlendiriyoruz.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 283-285, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

6 Aralık 2007 Perşembe

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 105


_Bu dinin karakterinde ibadet amaçlı hareketler, kalpteki duygulardan ve bunların her ikisi sosyal hayata yön veren yasal düzenlemelerden ayrılmaz. Bu din, ancak hem dünya işlerini hem Ahiret işlerini, hem kalple ilgili gelişmeleri, hem sosyal ve devletlerarası ilişkileri hep birlikte kapsadığı; hayatı tümü ile denetimi altına alarak onu, üniteleri birbirini tamamlayan tek bir düşünce sistemi, uyumlu tek bir metod, yaygın tek bir sosyal düzen ve tek bir araç uyarınca yönlendirdiği takdirde rayına oturabilir. Burada sözü geçen tek uygulama aracı, hayatın bütün faaliyet kesimlerinde yüce Allah'ın şeriatına dayanan kendine özgü, orjinal hayat sistemidir.

_Kur'an-ı Kerim'in diğer surelerinde yeralan, çok daha değişik konularla ilgili sorular da vardı bunların arasında.

Bu sorular çeşitli açılardan anlamlı, önemli birkaç realitenin somut göstergesidir:

1- Bu sorular, herşeyden önce müslümanların yaşama tarzında ve sosyal ilişkilerinde belirgin bir açılmanın, canlanmanın ve gelişmenin meydana geldiğini, yavaş yavaş orjinal kişiliğini bulmaya başlayan İslâm toplumunda yeni toplumsal şartlar belirdiğini, müslümanların bu topluma güçlü bağlarla bağlandıklarını, artık onların eski başıboş fertler ya da dağınık kabileler olmadıklarını; kendine özgü bir yapısı, bir düzeni, herkesin bağlı olduğu bir fonksiyonu olan yeni bir ümmet haline geldiklerini gösterir. Bu ümmetin her ferdi toplumdaki davranışlarının biçimi ve sosyal ilişkilerinin nasıl olması gerektiği ile ciddi biçimde ilgileniyor. Bu durum İslâm düşünce sisteminin, düzeninin ve yönetim mekanizmasının ortak katkısı ile meydana getirdiği yeni bir durumdur. Genel anlamda sosyal, fikrî, duygusal ve insanî düzeylerde beliren somut bir gelişme ile karsı karşıyayız.

2- Bu soruların diğer bir anlamı, ikinci bir göstergesi de şudur: Bu ümmette son derece uyanık bir dinî bilinç, güçlü ve vicdanlara egemen bir inanç gelişmiştir. Bu yüzden herkes gündelik hayatında yeni inanç sisteminin görüşünün ne olduğundan emin olmaksızın herhangi bir hareket yapmaktan çekiniyor. Artık eski hayatlarından kalma ve böyle durumlarda başvurabilecekleri hükümler ve bilgi birikimleri de yok. Çünkü bütün cahiliye dönemi alışkanlıklarını kalplerinden söküp attılar, onlara güvenlerini yitirdiler ve bunun sonucu olarak hayatlarının her alanında yeni direktifler beklemeye koyuldular. Bu duygusal durum, gerçek imanın meydana getirdiği bir durumdur.

_3- Bu sorulardan çıkan üçüncü bir anlam da bu dönemin tarihinden kaynaklanıyor. Bilindiği gibi bu dönemde Medine'li yahudiler ve Mekke'li müşrikler zaman zaman İslâm'ın yeni düzenlemelerinin değeri konusunda zihinleri bulandırma kampanyaları açıyor, kimi olaylar ve uygulamalar ile ilgili olarak yanıltma kampanyaları başlatabilmek için önlerine çıkan her fırsattan yararlanıyorlardı. Meselâ Abdurrahman b. Cahş'ın komutasındaki bir askeri müfrezenin haram aylarda müşrikler ile çatışmaya girdiği biçimindeki söylentiler ve dedikodular bu amaca yönelikti. Bu maksatlı kampanyalar zihinlerde şüphe belirmesine yolaçıyor ve bu soruların cevaplandırılması gerekiyordu. Ancak bu yolla bu zehirli kampanyaların önüne geçilebilir, müminlerin kalplerine güven ve huzur aşılanabilirdi.

_...Bu gerçeğin insan vicdanında meydana getireceği asgari etki, Kur'an'a bu anlayışla, bu idrakle ve bu düşünce ile yaklaşmak; onu hareketli, etkili, düşünce üretici, cahiliye zihniyetine karşı direnen, bu ümmeti savunucu ve onu tökezlemelerden koruyucu bir kaynak olarak algılamaktır; buna karşılık onu bugünkü insanlar gibi sırf ahenkle okunacak tatlı nağmeler bütünü ve güzel sözler serisi şeklinde algılayan ve onun fonksiyonunu bundan ibaret sanan düşünceden uzak durmaktır.

Halbuki yüce Allah Kur'an'ı bundan başka bir fonksiyon icra etmek için indirmiştir. Yüce Allah Kur'an'ı eksiksiz bir hayat tarzı meydana getirmek ve bu hayat tarzını harekete geçirerek dikenler, uçurumlarla dolu, çeşitli arzu ve ihtirasların cirit attığı, her adım başında engellerin kol gezdiği sıkıntılarla dolu yolda ilerlemeye çalışan insanlığı güvenli bir kapıya ulaştırmak amacıyla indirmiştir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 279-282, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

5 Aralık 2007 Çarşamba

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 104

_"Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın onlara yaklaşmayın." (bakara 187 mealinden bir kısım)

Burada sınırlara “yaklaşmak” yasaklanıyor ve böylece helâller alanı ile yasaklar alanı arasında bir güvenlik kuşağı oluşturuluyor. Çünkü yasak bölge çevresinde dolaşan kimse her an bu bölgeye girme tehlikesi ile karşı karşıyadır. İnsan her zaman nefsine hakim olamaz. Bu yüzden nefsinin arzuladığı yasaklara yaklaşarak iradesini sınava sokmaktan kaçınması, yasaklara dalmak üzere olan nefsine engel olabileceğine fazla güven bağlamaması daha tedbirli ve yerinde bir tutumdur. Ayrıca burada sözkonusu olan alan, cinsel hazların ve şehevi isteklerin sınırlarının alanı olduğu için ayetteki yasak "yaklaşmayın" biçiminde karşımıza çıkıyor. Gerçi maksat yasağa yaklaşmak değil, bilfiil yasağa dalmaktır. Fakat bu şekilde dile getirilen bu uyarı, daha sakındırıcı ve takvaya yöneltici bir telkin içeriyor. Şimdi de ayetin son cümlesini okuyalım:

"Allah ayetlerini insanlara böyle açıklıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler."(bakara 187 mealinin devamı) Görüldüğü gibi takva, yüce Allah'ın ayetlerini insanlara açıklamasının gayesi olarak karşımıza dikiliyor. Zaten takva, bu Kur'an-ı Kerim'in her dönemdeki değişmez muhatapları olan mü'minlerin değerini takdir etmekte gecikmeyecekleri en büyük amaçtır.

_Birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını günah olacak biçimde bile bile yemek için hakimlere peşkeş çekmeyin.(bakara 188 meali)

Ünlü müfessir İbn-i Kesir, bu ayet hakkında şu açıklamayı yapıyor:

Ali b. Talha şöyle diyor: "Abdullah b. Abbas'dan gelen bir rivayet de aynı niteliktedir: Bu ayet, başkasının hakkı olan bir malı zimmetine geçiren bir adam ile ilgilidir. Adam, bu mal konusunda aleyhinde delil olmadığı için borcunu inkâr ediyor ve bu iddia ile mahkemeye başvuruyor. Oysa haksız olduğunu, günahkâr olduğunu, yediği malın haram olduğunu biliyor."

Nitekim Mücahid, Said b. Cubeyr, İkrime, Hasan, Katade, Sedi, Mukatil b. Hayyan, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den rivayet edildiğine göre adı geçen zatlar bu konuda "Haksız olduğunu bile bile dâva açma" demişlerdir. Öteyandan Buharî ile Müslim'in, Umm-u Seleme'ye dayanarak naklettikleri bir hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

"Hiç kuşkusuz ben de bir insanım. Zaman zaman bana da davacı başvurur. İçinizden biri, bir başkasına göre davasını daha etkileyici bir dil ile savunabilir ve ben de onun lehine hüküm verebilirim. Bu şekilde kimin lehine hüküm verir de başkasının hakkını zimmetine geçirirsem bilsin ki, bu haksız mal, bir ateş parçasıdır. Buna göre ister onu taşısın, isterse bıraksın."

Görülüyor ki, Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) böylelerini içyüzünü bildikleri davaları ile başbaşa bırakıyor. Zira hakimin kararı ne herhangi bir haramı helâl ve ne de herhangi bir helâli haram haline getirebilir. O sadece gözönündeki delillere göre bağlayıcılık ifade eder. Günahı, sorumluluğu o konuda hile yapan, yanıltmaya başvuran tarafın omuzlarındadır.

Böylece kısasta, vasiyyette ve oruçta olduğu gibi mahkeme önüne çıkmakta ve malda da İslâm meseleyi takvaya, Allah korkusuna bağlıyor. Bunların tümü ilâhî sistemin birbirini tamamlayan, uyumlu ve organik bölümleridir; hepsi de bu sistemin bütün parçalarını birbirine bağlayan ilâhi kulpa, halkaya bağlıdırlar. Böylece bu ilâhî sistem bölünmez, parçalanmaz bir bütün, organik bir ünite oluşturur. Bu durumda bir tarafını bırakıp başka bir tarafını benimsemek ve uygulamak, yüce Allah'ın kitabının bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek anlamına gelir ki, böyle bir tutum, Allah korusun son çözümde kâfirliktir.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 276-278, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

4 Aralık 2007 Salı

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 103


_Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin, siz de onların örtüsü, elbisesisiniz. Allah sizin nefisleriniz tarafından aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul, sizleri de affetti. Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın ve Allah'ın size yazmış olduğunu arayın, isteyin.(bakara-187 meali)

_Ayette kullanılan "Refs" sözcüğü hem cinsel ilişki öncesi oynaşmalar ve hem de bizzat cinsel ilişki anlamlarına gelir. Burada bu anlamların her ikisi de kasdedilmiş ve serbest bırakılmıştır. Fakat Kur'an-ı Kerim, eşler arasındaki cinsel ilişki konusunu her zaman yumuşak ve nazik bir üslup ile alır, böylece karı-koca ilişkisine incelik, pırıltı ve canayakınlık yansıtır; bu ilişkiyi hayvanlara özgü kabalığından ve arsızlığından uzaklaştırır; aynı zamanda bu ilişkilerin sağlıklı yürümesi açısından gizliliğin ve örtülmüşlüğün taşıdığı önemi vurgular:

"Onlar size örtüdür, elbisedir; siz de onlara örtü, elbisesiniz."

Elbise, örtünme ve korunma aracıdır. Karı-koca arasındaki ilişki de tıpkı böyledir. Herbiri, karşı tarafın üzerine örtü çeker, onu korur. İslâm, insan denen şu varlığı bütünü ile ve olduğu gibi ele alır, onun yapısını ve fıtri karakterini aslına uygun biçimde kabul eder ve bu realist yaklaşım içinde elinden tutarak onu bütünü ile yüceliklerin zirvesine tırmandırmaya çalışır. İşte bu bakış açısı ile insana yaklaşan İslâm, kanın ve etin atılımını anlayışla karşılayarak üzerine bu tatlı soluğu üfler ve bu nazik örtüyü örter.

Ayetin devamında, müslümanların içlerinde gizledikleri duyguları bildiği için yüce Allah'ın kendilerine yönelik rahmetinin sonucu olarak fıtrî içgüdülerinin arzularını tatmin etmelerine izin verdiği belirtiliyor:

"Allah, sizin nefisleriniz tarafından aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul ederek sizleri affetti."

_"Yüce Allah'ın size yazmış olduğu kadından yararlanmayı, çoluk-çocuk edinerek soyunuzu sürdürme nimetini, cinsel ilişkinin bu ürününü arayın, kovalayın. Bunların her ikisi de yüce Allah'ın buyrukları arasındadır, O'nun tarafından size bağışlanmış olan nimetlerdendir. O, bunları size mübah kıldığı, size sunduğu için onları aramak ve kovalamak sizin için mubahtır. Fakat bilmelisiniz ki, bu nimet ile yüce Allah arasında sıkı bir bağ vardır, onu bağışlayan O'dur ve arkasında bir hikmet vardır, O'nun hesabına göre bu nimetin bir amacı vardır. Buna göre bu eylem, her faaliyetin yönelik olduğu o yüce ufuktan kopuk, ona yabancı, sırf organizmaya yapışık bir hayvanî boşalmadan ibaret bir içgüdüsel faaliyet değildir."

Bu anlayış sayesinde karı-koca arasındaki cinsel ilişki, bu ilişkiden daha büyük, toprak düzeyinden ve ilişki anının sağladığı hazdan daha yüksek olan bir amaca bağlanır. Yine bu anlayış sayesinde bu ilişki, arınmışlık, incelik ve yücelik kazanır. Gerek Kur'an'ın yönlendirme sürecinde ve gerekse İslâmî düşünce sisteminde yeralan bu tür telkinleri gözden geçirdikçe şu insanlığın, fıtratının, yeteneklerinin ve yapısal karakterinin sınırları içinde ilerleyip gelişmesi için İslâm tarafından harcanan hikmetli ve verimli çabaların değerini daha iyi anlıyoruz. İşte Allah'ın insanlığa sunduğu İslam'ın eğitim, yüceltme ve geliştirme metodu. O Allah ki, yarattıklarını herkesten iyi tanır; O, kullarına karşı engin bir lütuf sahibidir ve herşeyin içyüzünden haberdardır.

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 274-275, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince

3 Aralık 2007 Pazartesi

ALTINI ÇİZDİKLERİM- BAKARA 102

_"Kul, iki elini açarak Allah'tan hayırlı bir şey dileyince yüce Allah bu iki açık eli boş olarak geri çevirmekten haya eder." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace)"

_"Yeryüzünde hiçbir müslüman kişi yoktur ki, yüce Allah'tan birşey istesin de Allah onun isteğini karşılamasın, ya da onu dileği kadar olan bir kötülükten, terslikten uzak tutmasın. Yalnız bu duanın günah ya da akrabalık ilişkisini kesme anlamına gelmemesi gerekir." (Tirmizi)

_"İçinizden biri `Dua ettim, fakat kabul olmadı' diyerek acele etmediği sürece yaptığı dua mutlaka kabul edilir." (Buhari, Müslim)

_"Kul, günah ya da akrabalık ilişkisini kesme anlamına gelen bir dilekte bulunmadıkça ve acele etmedikçe mutlaka duası kabul edilir."

_Sahabilerden birinin; "Ya Resulallah, dua edenin acele etmesi ne demektir?" diye sorması üzerine de Peygamberimiz sözlerini şöyle bağladı: "Adam `Dua ettim, dua ettim, fakat ettiğim duaların kabul edildiğini görmedim' der ve bu durum karşısında hayal kırıklığına düşerek dua etmeyi bırakır." (Müslim)

_"Oruçlunun iftar açarken yapacağı dua asla reddedilmez."

_"Şu üç grup kimsenin duası asla reddedilmez:

1- Adaletli hükümdar (imam)

2- Oruçlu kimse, iftar edinceye kadar

3- Mazlumun, haksızlığa uğrayanın bedduası. Yüce Allah Kıyamet günü bu bedduayı bulutların üzerinden aşırarak ona bütün gök kapılarını açar, ayrıca zulme uğrayana `ululuğum hakkı için bir süre sonra olsa da sana kesinlikle yardım edeceğim' diye buyuruyor."

_seyyid kutub, tefsirinin bu kısmında “dua” ile ilgili olarak yukarıdaki hadis rivayetlerine yer vermiş. aynen aktarıyorum.(s.z)

_alıntılar: 1. cilt, sayfalar 272-273, dünya yayıncılık, istanbul 2003

_çevirenler: salih uçan, vahdettin ince